Çiftçi babayla salon dansçısı annenin oğlu, 1962 doğumlu Avustralyalı Baz Luhrmann, kendi gözlemleri üzerinden bir tiyatro oyunu olarak yazdığı ve sahnelediği metnini senaryoya çevirerek ilk filmini çektiğinde, sinema dünyasında gökten zembille inmişçesine bir ilgiyle karşılanır. Sonradan ‘Kırmızı Perde’ serisi adı verilecek ilk üç filminde; tiyatroyu, müziği ve dansı büyük bir görkemle sinemayla birleştirerek yaklaşık on sene içinde döneminin önde gelen yönetmenlerinden biri hâline gelen Luhrmann, solo albüm yaptı, filmler, reklamlar çekti, ödüller aldı. ‘Kırmızı Perde’ serisinin ardından öyküsünü yazdığı Australia’yı (2008), Scott Fitzgerald’ın ünlü romanından uyarladığı Great Gatsby’i (2013) çekti. Filmografisi uzun olmasa da, özgün sanatsal niteliğiyle yönetmenin kariyerinde ve sinema tarihinde hep özel bir yeri olacak ‘Kırmızı Perde’ üçlemesini incelemeye başlayalım.
STRICTLY BALLROOM (1992)
Buket Uzuner’in ‘Kumral Ada’, ‘Mavi Tuna’ romanında esinlendiği Johann Strauss’un ünlü klasiği Mavi Tuna valsının duyulduğu kırmızı bir tiyatro perdesinin aralanmasıyla açılır yönetmenin ilk filmi Strictly Ballroom (1992). Avustralya’da yerel bir yarışmanın düzenlendiği bir balo salonunda, alabildiğine gösterişli kıyafetleri, kıvrak dansları ve histerik davranışlarıyla birbirleriyle rekabet hâlindeki çiftler arasında 100 sırt numarasıyla bir erkek dansçı dikkatleri üzerinde toplar.
Scott Hastings (Paul Mercurio) adındaki bu parlak genç, başarılı dans partneriyle birlikte vals, samba gibi bilindik dansları, genel temayülleri birebir karşılayan yüksek performanslarla uygulamaktadır. Bu performanslardaki şaşaayı gören ve kıskanan azılı rakibinin yaptığı adice prese karşılık Scott, kayarak markajdan kurtulur ve yüreğinde sakladıklarını vücuduna yansıtır. O âna dek içinde bastırdığı gerçek tarzını böylesine büyük bir platformda ilk kez sahneliyordur. Scott’ın babası, çocuklar ve amatör dansçı Fran (Tara Morice) başta olmak üzere bir kısım izleyiciye hayret ettirip heyecan veren bu farklı, coşkulu dans, jürinin dâhil olduğu karşı tarafta şaşkınlıktan beslenen bir nefret uyandırır. Nefret ve tepki grubunda Scott’ın annesi ve dans koçu ile Avustralya Dans Federasyonu Başkanı öne çıkar. Eski danslara körü körüne bağlı, yeniliğin kendi makamlarını ve toplumsal ağırlıklarını düşüreceğine inanan bu statükocu tayfa; Scott’ın özgür, özgün tarzına karşı çıkar, onu kendi anlayışları ve yöntemleri doğrultusunda törpülemeye kalkar. Ancak ondaki cesaret, dans pistlerinde dilediğini yapmaya çalışmaktan ibaret değildir. Aşılması gereken ezberler ve ilişkiler söz konusu oldukça Scott’ın cesareti sınanacak, yağız delikanlılığı bir bir ortaya çıkacaktır.
Scott bölgesel yarışmayı kazanamadığı gibi güçlü bir statükoyu karşısına almış, ödül kazanmak isteyen hırslı partneri tarafından terk edilmiştir. Artık hedef, kısa süre sonra yapılacak Pasifik Şampiyonası’dır. Zira altı yaşından beri bu şampiyonaya sıkı sıkıya hazırlanmaktadır. Herkes onun potansiyeli nedeniyle zamanının geldiğini söylemekte, kazanmasını beklemektedir. Fakat çevresi tarafından dans ederken baskılandığı kurallara riayet ederek ödüllendirilmektense, kendi ruhundan üflediği dansın başarıya ulaşmasını tercih eder. Bu şartlarda ona inanan tek bir partner bulur; o da özgüveni zayıf, ailesi hariç kimsenin değer vermediği amatör dansçı Fran’dır. Gözlükleri ve paspal kıyafetleriyle bir ‘çirkin ördek’ temsili olan Fran, şampiyona hazırlıkları sırasında Scott’la fiziksel/duygusal yakınlaşmalar yaşamasıyla güzel bir ‘kuğuya’ dönüşür. Bu klişeler akarken, Fran’ın tutucu izlenimi veren Latin kökenli ailesinin, iş ‘paso doble’ dansına geldiğinde mest olması sayesinde Scott’la Fran’ın ilişkileri daha da derinleşir.
Tutkuları ve baskılanmalar arasında kalan Scott’ın tercihlerini etkileyen asıl şeyin, federasyon başkanı, dans koçu ve anne-babası arasındaki geçmişin karanlık sırları yahut günahları olduğu ortaya çıkar. Sonunda başarıdan da geçer, danslarıyla kendini ve Fran’a olan ilgisini ifade etmek ister Scott yalnızca. Çünkü filmde sıklıkla tekrarlandığı gibi: ‘‘Korkulan hayat, yarım yaşanmış demektir’’. Toplumsal frenlere gaza basarak karşılık vermemizi ve içimizdeki ateşin sönmemesini öneren Strictly Ballroom, cümlesini sıklıkla tekrarlasa da hemen hemen hiçbir anında sıkıcı olmuyor. Kıpır kıpır kamera hareketleri, renkleri, kostümleri ve ‘kitsch’i estetize eden sanat yönetimiyle çok canlı, eğlenceli bir seyri var filmin.
Az tanınmış oyuncularından ortalama performanslar çıkartmak, reklam olsun diye kola markasının tabelası önünde dans etmek gibi ‘yönetmenin ilk filmi’ etiketinin getirdiği çeşitli acemilikleri/çiğlikleri bulunmakla birlikte, Strictly Ballroom; 80’lerdeki dans filmleri Footloose (1984), Flashdance (1983), Dirty Dancing (1987) gibi öncüllerini başarıyla devam ettirip, Silver Lining Playbook (2012) gibi ardıllarına ilham kaynağı olmuştur.
ROMEO + JULIET (1996)
Yazıp yönettiği ilk film Strictly Ballroom’un ardından Baz Luhrmann’ın şöhreti Avustralya sınırlarını aşar. Bu doğrultuda filmin Golden Globe, Bafta, Cannes gibi büyük festivallerden önemli adaylıklar ve ödüllerle dönmesi yönetmenden beklentileri artırır. Aradan dört sene geçtikten sonra, tiyatro tarihinin en büyük trajedilerinden William Shakespeare’nin ‘Romeo ve Juliet’ oyununu modernize ederek sinemaya aktarmak gibi altından kalkması zor, hayli iddialı bir projeyle izleyicinin karşısına çıkar Luhrmann.
Bütçesi ilk filme nazaran çok daha gelişmiş bu prodüksiyonda, Hollywood’un gözde genç oyuncuları Leonardo DiCaprio ve Claire Danes başrolleri paylaşır. Çekimleri Amerika ve Meksika’da gerçekleştirilerek bir suç ve günah şehri atmosferi yapıma hâkim kılınsa da, olayların İtalya’daki Verona kentinde geçtiği ifade edilerek hikâyenin aslına sadık kalınır. Görünürdeki bu sadakat, diyaloglardan olay örgüsüne dek değişmeksizin varlığını korur. Elbette buz dağının görünmeyen yüzünde, hikâyeyi Orta Çağ’dan günümüze taşımakla yaşam pratiklerinin epeyce değiştiği görülür. Arabalar üstünde ateşli silahlarla benzin istasyonunda kapışıldığı, helikopterli polislerin havadan ateş ettiği, ‘drag queen’lerin kalabalığı coşturduğu partilerin verildiği, rahibin mesajını iletmek için kargo kullandığı bu yeniçağda esas değişmeyen Romeo ve Juliet’in büyük aşkının makûs talihidir.
Bir partide tesadüf eseri karşılaşan iki düşman ailenin evlatlarının birbirlerine âşık olmaları, birbirlerinin soylarından haberdar olmalarıyla bitmez. Aksine gizli bir evlilikle bu ilişkiyi mutlaklaştırmaya çalışır Romeo ve Juliet. Ancak iktidar olup, muktedir olamazlar. Aileler arasındaki nefretin içinden çıkılamaz hâller doğurmasıyla, bu derin nefretin boğucu halkalarına mecburen dâhil edilirler. Halkalar boğazlarını sıkmaya başladığında, gençliklerinden kaynaklanan tecrübesizlikler ve aksi tesadüfler yakalarını bırakmaz. Umut her daim varlığını korusa da, felaket o hep kaçınılan/korkulan sesiyle “geliyorum” demektedir.
Romeo ve Juliet’te (1996) içten, yüksek duygulara sahip gençlerle, ilgisiz, kötücül ebeveynlerinin rekabeti önemli yer tutar. Strictly Ballroom’a benzer kuşaklar arası anlayış uyuşmazlığında ebeveynler yine hırslarına yenik düşer, inandıkları doğrultusunda evlatlarının iradelerini hiçe sayar. Nefretin, kibrin ve paranın saltanatına, sevgi tek başına direnir. Dramatik çatışmanın merkezindeki sevgi-nefret karşıtlığında, sevgiyi destekleyenlere attığı golle üzen Shakespeare’nin trajedisinde sevginin değeri ters psikolojiyle vurgulanır. Şiirsel dokuyu bozmayarak replikleri olduğu gibi aktaran ve ana izlekten mümkün mertebe kopmayan Luhrmann’ın filminde ise bu değerler çatışması derinlikle ele alınır. Bununla birlikte seyir zevkini arttırma amacıyla oyuncaklı, mizahi bir üslubun etkileri karakterlerde ve sahnelerde görülür. Romeo’nun en yakın arkadaşının kadın kıyafetleri giymesi, yine Romeo’nun ‘‘iyi bir nişancısın’’ dediği anda bilardo oynayan arkadaşının istekasıyla atış yapması ve benzeri sinemasal oyunlar, Luhrmann’ın aslında esere ne kadar hâkim olduğunu ve onu daha da enteresanlaştırmak için sağlam kafa yorduğunu gösterir.
Bu ince işçilik filmin müzik kullanımına da doğrudan tesir eder. Garbage, The Cardigans, Des’ree gibi dönemin popüler seslerinin doğru anlarında arz-ı endam edişiyle, kapanış jeneriğinde Radiohead’in dipten ve depresyondan önceki son durağı Exit Music şarkısının çalınması, görsel hazlara ek, işitsel onulmaz izler bırakır filmden.
MOULIN ROUGE (2001)
Kırmızı Perde üçlemesindeki Baz Luhrmann hakkında; Strictly Ballroom çıraklık, Romeo ve Juliet kalfalık, Moulin Rouge (2001) ustalık eseridir denilebilir. Üçleme boyunca beğeni, gişe ve ödüllerle üzerine koyarak ilerleyen yönetmeni zirveye çıkaran bu gösterişli müzikal, aynı zamanda birçokları tarafından yönetmenin kariyer zirvesi olarak görülür.
Her filminde başka âlemler seçen, bir seyyah edasındaki Luhrmann bu kez Paris’in ışıltılı gece hayatını ve Moulin Rouge’nin yaldızlı zamanlarını gerçek hikâyelerden ve çeşitli operalardan esinlenerek oluşturduğu bir kurmacayla ele alır. Serinin ilk filmini hatırlatırcasına, kırmızı bir perdenin açılmasıyla başlar film. Geleneksel Fransız Kankan müziği eşliğinde ‘Moulin Rouge’ yazısı ekrana yansıtılır, ardından sessiz sinema göndermeleriyle olayların geçtiği 1900 yılının Paris’indeki Montmartre bölgesine ulaşılır. Mutsuz ve yalnız bir adam, Christian (Ewan McGregor) daktilosuyla yazmaktadır. Acı içerisinde, âşık olduğu kadın Satine’nin (Nicole Kidman) öldüğünü ifade eder ve bundan tam bir sene öncesine döneriz. Olayların başladığı, dünyayı kasıp kavuran Bohem Devrimi’nin etkisi altına aldığı Christian’ın, yazar olmak ve aşkı tatmak hayaliyle Paris’e kendini attığı 1899’daki Aşk Yazı’na…
Paris’e yazar olmak için gelse de nereden başlayacağını bilemeyen Christian, tamamen tesadüf eseri bohem tiyatrocuların çalışmalarına dâhil olur. Bohem tiyatrocular, Moulin Rouge’deki Satine’ye kabul edip rol alması için bir oyun sunacaklardır. Moulin Rouge dönem Paris’inin en çılgın gece kulübü, dans salonu ve genelevidir. Güzeller güzeli Satine ise Mouline Rouge’nin bir numaralı dansçısı, en değerli fahişesidir. Satine’e bu sunumu, yazarlık ve temsil yeteneğiyle kısa sürede bohem tiyatrocular içerisinde sivrilen Christian gerçekleştirecektir. Fakat tesadüf ya, aynı gece Satine’in başka bir randevusu daha vardır. Kendisini bu sefahat âleminden kurtarıp gözde bir aktris yapmak isteyen Dük ile buluşacağını zannederken, karşısında ‘fakir ama etkileyici’ Christian’ı bulan ve ona gönlünü kaptıran Satine’in film boyunca sürecek gelgitleri başlar. Filmin ön izlemesi niteliğindeki o geceden Dük’ün Satine’e ‘sahip olmak’ şartıyla finanse ettiği oyunun prömiyerine kadar tutkulu, sancılı bir dramatik süreç yaşanır. Satine ve Christian’ın görkemli aşkına karşılık; terazinin öbür kefesinde para, güç ve Satine’in hastalığıyla Dük tarafından Christian’a ölüm ve Moulin Rouge’ye kapatma tehditleri yer alır. Bu yönüyle Romeo ve Juliet kadar imkânsız ve trajik olmasa da, yine çok zorlu bir aşkı hikâyeler Luhrmann.
Filmin ikinci yarısına damga vuran dramatik yönü dışında yönetmen, alabildiğine coşkulu, renkli bir anlatımla gece eğlencelerinin ve cinsel zevklerin merkezi Moulin Rouge’ye ve bohem döneme dair bol cümbüşlü bir güzelleme sunar. Neşesinde Strictly Ballroom’u uzaktan anımsatsa da, aradan geçen yıllarla epey gelişmiş, olgunlaşmış bir sinemacılık vardır ortada. Bununla birlikte hınzırlığından hiç ödün vermez Luhrmann; Romeo ve Juliet’te repliklerle oynarken, bu kez nesneleri de katar zekice oyunlarına. Sözgelimi gönderme yaptığı Sing’in In The Rain’in (1952) yağmur sahnesinde aşkından ve sevincinden dört dönen adamın tutunduğu direği, Christian’ın eliyle Eiffel Kulesi’ne dönüştürür.
İlk filminden bu yana etkisini hissettiren yönetmenin müzik sevgisinin bir müzikalle taçlanmasıyla, rock müzik tarihinin afili hitlerinin bir yapıma ne denli güzel yedirilebileceğine şahit oluruz. The Beatles’ten Queen’e, David Bowie’den Nirvana’ya; efsanelerin şarkıları öyle anlarda, öyle şekillerde konumlandırılır ki, filmin değeri ve duygusu kanatlandırılır. El Tango de Roxanne sahnesiyle de adeta uçuşa geçilir. Christian rolündeki Ewan McGregor’un sırf oyunculuğuyla değil, ilgili sahnede tavan yapan sesiyle de damgasını vurduğu filmde dişiliği ve asaletiyle Nicole Kidman unutulmaz bir performans sergiler.
Baz Luhrmann’ın Kırmızı Perde filmlerinin ilki Strictly Ballroom’da olduğu gibi bu filmin de bir cümlesi, cümlenin içinde eserin ana fikri vardır. Moulin Rouge’nin cümlesiyse aslında tüm hayatımıza uyarlayabileceğimiz; perdelerimiz açıkken, kapanarak veda edene dek kalbimizde ve aklımızda taşıyabileceğimiz bir ana fikir gibidir: “Hayatta öğrenebileceğin en büyük şey sevmek ve karşılığında sevilmektir.’’
*Bu yazı F07 Dergisi’nin ilk sayısında yayınlanmıştır.