Başlıktaki tanım size hangi sıfatları çağrıştırıyor? Gerçek dışı, mantıksız, gizemli, merak edilen, garip, egzotik… Bu cevapların her birini The Duke of Burgundy (2014) için de kullanabilirsiniz. Peter Strickland’ın üçüncü uzun metrajı kesinlikle başka bir filme benzemiyor; ister sıkıntıdan bayılın, ister nefret edin, ister hayran kalın…
Zamansız ve mekânsız bir atmosfere sahip olan The Duke of Burgundy, büyük bir malikânede yaşayan Cynthia ve Evelyn’in ilişkisini merkezine alıyor. Yaşça daha büyük olan Cynthia, günlerini kütüphanede kelebekler üzerine araştırma yaparak ve seminerlere katılarak geçiriyor. Evelyn ise ona bağımlı gözükse de özel bir zevk aldığından böyle davranıyor. Sadomazoşist oyunlardan hoşlanan Evelyn, evin içinde Cynthia’nın ona köle gibi davranmasını istiyor. Genç sevgilisinin hatırı için bu oyunları oynayan Cynthia, bir süre sonra bu sorumluluğu kaldıramamaya başlayınca ilişkileri sarsılmaya başlıyor.
Peter Strickland Altyazı’ya verdiği röportajda filmin, 70’lerin cinsel istismar sinemasına öykündüğünü ve hatta filmi çoğunluğunun hakir gördüğü bu türe iade-i itibar yapmak için çektiğini ifade ediyor [1]. Gerçekten Strickland çok deneysel bir işe imza atmış. Kolaylıkla saçmalanabilecek ve dağılabilecek bir konuyu, derli toplu anlatıp mesajlarını ustalıkla filme yedirmeyi başarmış.
Yönetmenin çeşitli konuları başarıyla ters yüz ederek mesajlarını vermesiyse takdire şayan. Öncelikle önümüzde cinsel istismar sinamasını çeşitli sekanslarla selamlayan ama hiç çıplaklık içermeyen bir film var. Enteresan sadomazoşist oyunlar ve mastürbasyon sahneleri barındırmasına karşı, hiç birinde çıplaklığa prim vermiyor. Anlattığı konunun bilincinde olup oyuncusunu ve konusunu metalaştırmaktan bilerek kaçınıyor. Doğal olarak öykündüğü türün sanat için değil, heteroseksüel izleyicinin keyfi için yapıldığının bilincinde. Sınırlarını baştan çizerek hem türün bu yönünü (ve sinemanın buna alet edilmesini) eleştiriyor hem de garip bir gerilim unsuru yaratarak filmini her daim diri tutuyor. Çünkü bu tarz sahnelerin devamında gelen ateşli sevişmelere alışkın izleyici, bir anda kelebek seminerine geçince sersemleşiyor. Zaten filmin hiç erkek karakter içermemesi de başka dikkat çekici nokta. Genelde erkeklerin izlediği bu türde ana karakterin de erkek olması olağanken, filmde erkeklerin hiçbir izine rastlanmıyor. Strickland resmen türe (daha doğrusu sinemaya) bu amaçla bakan gözlere (insanlara) işkence ediyor.
Üzerinde durulması gereken diğer bir konu ise efendi-köle ilişkisi. Filmde bir sadomazoşit ilişki olduğu için, doğal olarak da bir taraf efendiyken diğer taraf köle oluyor. Ama bu ilişkide sınırlar çok muğlak ve devamlı yön değiştiriyor. Gerçekleştirilen oyunlarda Cynthia oldukça şık giyinmiş olan evin hanımefendisiyken Evelyn, onun köpek gibi davrandığı hizmetçi oluyor. Oyunun sonunda da her zaman Evelyn bir hata yapıyor ve Cynthia onu cezalandırıyor. Ama bu cezadan sadece Evelyn keyif alıyor, öyle ki tüm bu senaryoyu zaten Evelyn yazıyor. Cynthia’nın bir süre sonra sıkıldığını görüyoruz. Saatlerce süren oyunlarda rahat bir şeyler giymek istiyor mesela. Evelyn doğaçlama yapamayan (yada yapmak istemeyen) Cynthia’dan sıkılıyor. Yani oyunda Cynthia efendi rolünü alsa da aslında köle ve bunları sırf sevdiği kadını hoşnut etmek için yapıyor. Bir taraftan efendi-köle ilişkileri (her anlamda) eleştirilirken, diğer yandan da günümüz ilişkilerinin en önemli sorunlarından biriyle karşılaşıyoruz: Rutine girilmesiyle sıkıcılaşan ilişkide, tarafların ilgilerini kaybetmesi ve başka yollara kaymaya yeltenilmesi. Strickland’ın böyle bir filmi buraya bağlayabilmesi izleyici açısından beklenmedik ve başarılı bir hamle. Cynthia’nın rol yaparken birden ağlama krizine girmesi oldukça doğal ve başarılı bir sahne mesela.
Bazı yayınlarda filme ‘Fifty Shades of Grey‘in (2015) lezbiyen arthouse versiyonu’ yakıştırması yapılması da başka bir bakış açısı [2]. Oldukça popüler bir kitabın beyazperde uyarlamasının, anlattığı ilişkidense cinselliği ön plana çıkararak seyircisinin gözünü boyaması eleştiriliyor bir bakıma. Normal bir film yaptığını iddia edip kadını metalaştıran ve estetikten hiç nasiplenmeyen bir cinsellikle bilet satmaya çalışan bir ticari ürüne atıfta bulunarak onun tam tersini yapan bir filmin nitelenmesi, alaycılık gibi görünse de yapıtın meramını daha da gözler önüne seriyor.
Efendi-köle ilişkisinin başka bir katmanını Fifty Shades of Grey ile kıyaslayarak da gösterebiliriz. Hemen hemen tüm cinsel istismar filmlerinde olduğu gibi, bu popüler ticari üründe de efendi erkek iken kadın köle ki bu da erkek egemen toplumun genel algısının muntazam bir tezahürüdür. Oysaki The Duke of Burgandy’de bu yaygın algıyı kırarak iki taraf da kadın, böylece film cinsellikteki eşitliğe de vurgu yapmış oluyor. Zaten yukarıda bahsettiğim üzere, bu iki kadın arasındaki efendi-köle ilişkisinin sınırları da oldukça muğlak.
Strickland’ın bu yapıyı kurarken ince eleyip sıkı dokuduğunu belirtelim: Renátó Cseh’in sanat yönetimi, Zsuzsa Mihalek’in dekorları ile Andrea Flesch’in kostümleri filme çok şey katıyor. Nicholas D. Knowland’in yer yer rüya izlenimi veren görüntüleri ise filmin atmosferi ile birebir örtüşüyor. Sidse Babett Knudsen ile Chiara D’Anna ise rollerinin altından ezilmeden kalkabiliyorlar.
The Duke of Burgundy, her izleyiciye göre olmayan değişik bir film. Tam bir festival filmi tanımlaması da yapılabilir ki 34. İstanbul Film Festivali’nde en sevilen filmlerinden biri oldu. Hemen ardından vizyona girebilmesine açıkçası şaşırdım. Ama Başka Sinema’nın festival tutkusunu tüm yıla yayma özelliğine oldukça uyan film, eminim festivalde kaçıranlar veya fark etmeyenler tarafından zevkle izlenecektir.
[1] Ayşegül Koç, Bunuel’in Yolundan, Altyazı: Mayıs 2015, s.63. [2] Abbas Bozkurt, Sürdürülebilir Arzu Projesi, Altyazı: Mayıs 2015, s. 61.