“Bedeni öldüren ama canı öldüremeyenlerden korkmayın.”
(Matta 10, 28)
Immanuel Kant’a göre insan, kendi aklını kullanma yetisini başkalarının kılavuzluğuna teslim etmeye başladığından itibaren, bir ergin olmama durumunun içine düşmüştür. Kant’ın sözleriyle, “Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.”
İnsan, bu ergin olmama durumunu daha geniş bir zemine yaymakta da sakınca görmemiştir. Bütün bir hayatı, kendi iradesini devrettiği karmaşık bir sistem ile sınırlamıştır. Hayat; tıpkı insanın erginlikten kopuşu gibi, doğal akışından koparıldığı andan itibaren birtakım yasalar aracılığıyla düzene sokulmaya çalışılmıştır. Bu düzeni ve yaratılan yeni akışı aksatan parçaları ise cezalandırarak yeniden hizaya sokmak, bu yolla düzeni korumak kutsal bir görev hâline gelmiştir.
Dancer in the Dark’ın (2000) baş karakteri Selma, mükemmel bir biçimde işlediği sanılan mekanizmanın sorunlu parçalarından biridir. Kendisi gibi genetik bir hastalığa sahip olan oğlunu kör olmaktan kurtarma ümidiyle geldiği ABD’de, toplumsal düzenin aksamasına her sebep oluşunda cezalandırılır. Hastalığı yüzünden yaptığı bir hatayla fabrikada üretimi yavaşlattığında işten kovulur. Güvenip kendisinin ve oğlunun hastalığından, tedavi için biriktirdiği paradan bahsettiği hem komşusu hem de ev sahibi olan polis memuru Bill, yani devletin bu küçük temsilcisi, Selma’nın birikmiş parasını çalar. Selma parasını geri almak istediğinde ise, Bill, kendisinde olmayan cesareti onun saflığında bulur ve kendini ona öldürtür.
İnsanın özgürlüğünü teslim ederek yarattığı toplumsal düzen, kendini korumak ve yaşamın akışını biçimlendirebilmek adına birçok kurum inşa etmiştir. Bunların en yetkin ve güçlü olanı, devlettir. Thomas Hobbes’un deyimiyle devlet; insanların tüm haklarını devrederek, kendilerini yabancılara ve birbirlerine verebilecekleri zararlara karşı koruyabilecek büyük Leviathan’ı yaratmasıdır. Hobbes insanların bir arada yaşayabilmesi ve servetlerini güvence altına alabilmesi adına bütün gücün tek bir elde toplanmasını elzem olarak görüyordu. Bu nedenle kullandığı, Tevrat’ta devasa bir deniz canavarının adı olan Leviathan ifadesi, ilginçtir ki aynı zamanda saf kötülüğü ve şeytanı simgelemekteydi.
Selma, istemeden de olsa bu canavara zarar verdiğinden, günahlarının bedeli olarak acımasız Leviathan’ın karşısına çıkarılır ve bu canavar tarafından yutulur. Selma’nın tüm bunlara karşı savunması ise renkli şarkılar ve danslarla örülü iç dünyasıdır. Yaşam onu zorlayıp daralttığında, içinde bulunduğu en kötü durumu bile bir eğlenceye çevirir düşlerinde. Fabrikada çalışmakta zorlandığında, makinelerin çıkardığı seslerden kafasında ezgiler oluşturur; mahkeme salonunu, hapishaneyi veya tren raylarını “kötü şeylerin yaşanmadığı” müzikal sahnelerine dönüştürür. Tıpkı Platon’un ideal devletinde insanları tembelliğe sevk edecek neşeli şarkıların yasaklanması gibi, Selma’nın renkli şarkıları ve düşleri de gerçek hayatta nefes alacak yer bulamaz.
Selma’nın şarkılar ve düşler ile kaçmaya çalıştığı hayat, dışarıdan güven verici ve şefkatli görünse de, koruyuculuğunu üstlendiği insanlara sürekli tuzaklar kurar. Devamlı insan hayatını zorlaştıran sorunlar üretir ve bunları üstlenilmesi gereken sorumluluklar olarak bireylerin boynuna asar. Kendisine verilen rolü layığıyla oynayamayan kişiler, suçlu ilan edilir ve cezalandırılır. Yarattığı problemleri şahısların üzerine yıkarak kendi gücünü yeniden üreten bu mekanizma, Selma’yı da kendi kurallarına göre bir seçim yapmaya zorlar. Onun gücü, biriktirdiği paranın miktarı üzerinden değerlendirilir. Sahip olduğu para kendini savunması için yeterli olmayınca, Selma oğlunun tedavi olmasını tercih eder ve Leviathan’ın kurbanlarından biri olmayı kabul etmek zorunda kalır. Onu seçim yapmaya zorlayan bu yapı, temelde insan ihtiyaçları için kurulduğuna dair ön kabulü bu şekilde ezip geçmektedir. Kullandığı yöntemler ve yasalarını belirleyen koşullar, insan doğasından bu denli uzaktır.
Devletin yasalarını oluştururken koyduğu şartlar, toplumun ortak faydası adına değil, kendisini var eden ve karakterini yaratan toplulukları korumak adına oluşturulmuştur. Buna dair en iyi örneklerden biri, kleptomani hastalığının ortaya çıkış öyküsüdür. Avrupa’da büyük mağazaların açılmaya başladığı dönemde, birçok sosyal sınıftan insan bu mağazalara akın etmeye başlamıştı. Eski düzenin aksine ürünlerin açıkça sergilendiği bu mağazalarda, hırsızlık vakalarında büyük bir artış gözlendi. Hırsızlık yapan yoksullar hapse atılarak cezalandırılırken, üst sınıftan insanları yargı önüne çıkarmak bu kadar kolay olmuyordu. Bunun üzerine yüksek zümreden insanların yaptığı hırsızlıklara kleptomani tanısı kondu ve bu davranış bir hırsızlık değil, akıl hastalığı olarak ele alınmaya başlandı. İşte yasaları oluşturan koşullar, bu örnekteki gibi birtakım sınıfsal farklılıklar üzerinden tanımlanmaktadır. Dolayısıyla Selma, kendisinden beklenen özellikleri bünyesinde barındırmadığı için, güven duyduğu devlet tarafından rahatlıkla cezalandırılır ve onun yok edilen varlığı topluma bir mesaj olarak sergilenir. Selma’nın hayallerinde ve çocuksu düşüncelerinde vücut bulan hayat algısıyla, yaşamın kendisi ortak bir payda taşımamaktadır. Bu, onun suçlu olarak görülmesi için yeterli bir sebeptir.
Selma’nın naif düşleriyle Leviathan’ın keskin dişlerinin savaşında, güçlü olan tarafın kazandığını düşünebiliriz. Fakat filmin yönetmeni Lars von Trier’in koyu bir Hristiyan oluşu da hesaba katılırsa, Dancer in the Dark farklı bir pencereyi aralıyor olabilir. Hristiyanlığın belki de en bilinen öğretisi olan, “Sana tokat atana öbür yanağını çevir.” sözleri, Selma’nın darağacında kurtuluşa kavuştuğuna dair bir izlenim yaratıyor. Michel Foucalt, “Halkın darağacının dibine yığılmasının nedeni yalnızca mahkûmun acılarını seyretmek ve celladın öfkesini tahrik etmek değildir; bu aynı zamanda artık kaybedeceği bir şey olmayan kişinin yargıçlara, yasalara, iktidara, dine lanet okumasını duymak içindir. Birazdan gelecek olan ölüme sığınmış suçlu her şeyi söyleyebilir ve seyirciler bunları alkışlayabilirler.” demektedir. Gerçekten de tarih boyunca idam mahkûmlarının hemen hepsi, son sözlerinde onu yargılayıp cezalandıran yasalara, devlete ve hatta Tanrı’ya küfretmiştir. Selma, kendi karakterine hiç uymayan bu davranışı da reddederek, ölüme şarkı söyleyerek gitmeyi tercih eder. Ölmeden önce son iş olarak oğlunun kör olmasını engellemeyi başaran bir kadın olarak, “sondan bir önceki” şarkısını söyleyen Selma, Leviathan ile girdiği savaşı kazanmıştır. Filmin son sözlerinin de söylediği gibi, “Bunun son şarkı olduğunu söylüyorlar, ama yanılıyorlar. Ancak biz izin verirsek, son şarkı olur.”