Dünya prömiyerini 36. Montreal Film Festivali’nde yapan, FIPRESCI ve Jüri Özel Ödülü ile taçlandırılan Misafir (2015), farklı festivalleri gezmeye ve ödüllerle dönmeye devam ediyor. Mehmet Eryılmaz’ın ikinci uzun metrajı olan filmin ana karakteri Nur’u (Zümrüt Erkin) ilk kez Hazan Mevsimi-Bir Panayır Hikâyesi’nde (2008) görmüştük. Misafir’de, annesinin hasta olduğunu öğrenip seneler sonra baba evine dönüyor; bu kez bir misafir olarak. O döndüğündeyse her şey değişmiş oluyor.
Mehmet Eryılmaz’la bir araya gelip, Ayten Uncuğlu, Zümrüt Erkin, Tamer Levent, Hale Akınlı, Sema Moritz gibi kıymetli isimlerden oluşan bir kadronun sahibi Misafir’in derinine indik ve sinema üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Ben ilk olarak aklımda en çok kalan sahneyle başlamak istiyorum. Ayten Uncuoğlu’nun hayat verdiği annenin, yıkık dökük bir harabede bulunan koltukta oturup örgü ördüğü bir rüya sahnesi vardı filmde. Annenin kucağındaki kırmızı yumak yere düşüp yuvarlanmaya başlıyor ve başkarakterimiz Nur’un ayak uçlarında, gelinliğine çarparak duruyor. Nur, yumağı sara sara annesine ulaşıyor. Bu sahne bana çok sevdiğim Angelopoulos’un, The Weaping Meadow (2004) filmindeki bir sahneyi anımsatıyor. Filmdeki genç adam, bir gemiye binip Eleni’nin yanından ayrılırken Eleni’nin örmekte olduğu kazak yarım kalır. Genç adam gemiyle uzaklaşırken kazağın bir ucu kızda, diğer ucuysa erkekte kalır ve geminin uzaklaşmasıyla o kazak sökülmeye başlar. Sonunda upuzun, iki tarafı birbirinden ayıran kırmızı bir hatta dönüşür. Bu bağlamda, Misafir’in bahsettiğim sahnesindeki kırmızı yumağın anlamını sormak isterim.
Gariptir, benzer bir sahne Nuovo Cinema Paradiso’da (1988) da vardır. Oğul, annesini ziyarete gelir. Anne örgü örmektedir, birden ayağa kalkar. Örgüyü bırakır ama örgü takılır bir yerine. Anne koşup oğluna giderken örgü orada açılmaya başlar. Bunlar benim aklıma gelmedi tabii, şu anda hatırlıyorum. Bence bütün örgü örenler, sevdikleri için o işi yaparlar. Zaten kırmızı, tutkunun rengi benim için. Belki herkes için de öyle… Misafir’in kendi hikâyesinde, ailesinin istemediği bir kişiyle evlenmiş bir kadının, daha sonra annesinin onayını almak için el öpmeye gelme ve annesiyle bir bağ kurma çabası var. Bu, çok yoruma açık. Biliyorsun, gelinlik biraz masumiyettir, beyazdır. Belindeki kırmızı bağ bekârettir ama buradaki bekâret saflık ve temizliğe, pürlüğe, dokunulmamışlığa gönderme yapıyor. O bakımdan, oradaki kırmızı, kızın temiz duygularla hayatı yaşamaya çalıştığı yönünde bir işaret olarak algılanabilir. Yani, ben masumum…
Siz kadere inanan birisiniz. Ama Misafir’de kadere karşı gelen, inanmayan, boyun eğmeyen kadınlar var aslında.
İnsanların, sahip oldukları kader programlarını yine kendilerinin değiştirebilecekleri üzerine bir konu var tasavvufta. Cüzi kader, külli kader ilişkisi… Kader hem değişmez alın yazısıdır, hem de senin kaderin kendi elindedir. Aslında diyalektik bir ilişki bu mesele. Onun için filmde “Allah’a ant içiyorum ki benim kızımın kaderi benim gibi olmayacak.” der Nur. Bu, “Kaderi değiştireceğim.” anlamındadır, son zamanlardaki moda deyişle “Neyi istiyorsanız o olur.” değil. Cümlenin esası: “Siz ne iseniz o olur.”dur. Yani ne iseniz onu çekersiniz. Sen önce istediğini olacaksın, hamlıktan yanıp pişeceksin, “olacaksın”. Sen önce kendin olacaksın, sonra senin istediğin olacak.
Benim meselem “kadın” olduğu için bu filmde, hayatını her boyutuyla, sevdikleriyle de çocuğuyla da özgürce yaşamak isteyen kadından yana tavır aldım. ‘Aile’den, aile kavramından yana değilim. Aile, yerle bir edilmesi, taşla, toprakla, silahla, barutla yok edilmesi gereken bir tarihsel kavram yukarıdan bakarsam. İçinde bulunduğumuz realite ise maalesef bu filmdeki realite. Ve kahramanımız bu realiteye başkaldırıyor bir anlamda. İşte burada hemen şairimiz İzzet Yasar’ın dizeleri akla geliyor: “İşte ben burada oturmuş gerçekliğe ağlıyorum.” Meali bir şeyler söyler. Ben de gerçekliği gösteriyorum ama, gerçekliğe ağlıyorum da içten içe.
Seneler sonra baba evine misafir olarak dönen bir Nur’umuz var. O döndükten sonra her şey değişmiş mi oluyor yoksa aynı mı kalıyor? Nur’un çocukluğundan beri evin yakınından geçen akordeoncunun ezgisi on senedir aynı mesela, değişmemiş. Ama ona bir de mahalleye açılan yeni hastaneyle birlikte ambulans sesleri eklenmiş. Değişmeyen akordeon ve yeni gelen ambulans sesleriyle ölüm ve yaşam gibi zıt bir ilişki yakalamak istediğiniz söylenebilir mi?
“Son dönemde her yere bakkal açar gibi hastane açıyorlar.” diye bir cümlesi var Nur’un. Bir gecekondu bölgesinde bile hastane var. İnsanların en hayır diyemeyecekleri alanda, sağlık alanında sömürü en yüksek seviyede yaşanıyor. İlaç sektörü, silah sektöründen daha tehlikeli. Şu anda tek bir kolesterol hapının yıllık cirosunun yirmi beş milyar dolar olduğundan bahsediliyor. Öylesine vahşi, öylesine insanlık dışı bir yerde ki sağlık sektörü… “Bir bakkal gibi her yere hastane açmak” kavramı bir realite ve ambulans sesleri bunun bir karşılığı. Batı’da doktorlar, insanlar hasta oldukça; Doğu kültürü realitesinde ise insanlar sağlıklı kaldıkça para kazanırlar. Biz Batı kültürünü içselleştirmiş görünüyoruz şu anda. Bu ambulansın, siren seslerinin bendeki simgesel karşılığı biraz da bu aslında. Çığlık çığlığa, her siren sesini duyduğunuzda Nur’un trajedisini ve isyanını hatırlayabilirsiniz.
Aslında yine bir realiteyi işaret ediyorsunuz.
Ambulanstaki karşılığım realite ama akordeondaki karşılığım daha bir tutku, aşk, peşinden koşma. Hatta mahallenin uğuru hâline gelen, farklı anlamlar yüklenilen bir ezgi bu. “Hatırla ey peri, o mesut geceyi…” Aynı Ferhat ile Şirin hikâyesi gibi. “Arzen şehrinin insanları giderek çocukların adını Ferhat koymaya başlar. O -Ferhat- bizim şehrimize su getirecek.” Su gelmemiş henüz; fakat Ferhat dağda çalışıyor, ama suyu şehre getirecek. Arzen şehrinin insanları Ferhat’ı giderek büyütürler, mitleştirirler. Bu kör akordeoncu da öyle, mahalleli için değişik ve tutkunun sembolü belki de.
Diğer sorduğun akordeon sesi ise aslında benim ruhumda, benim bilgimde ve dünyamda yer alan, bildiğim bir hikâye. O adam yıllardır ne olursa olsun aynı şarkıyı çalıyor. “Hatırla ey peri / O mesut geceyi / Çamların altında / Verdiğin buseyi” (ağzıyla şarkıyı mırıldanıyor). O şarkı bir tutku hâline gelmiş, kara sevda değişmiyor. Demek ki o parçanın, o sokağın, o kör ve kızı için bir anlamı oluşmuş yıllardır. Nur’un da o şarkıyla bir bağlantısı olduğu hissediliyor bir an.
Özelden biraz daha genele çıktığımızda “Nur evine misafir, öte yandan hepimiz hayata misafiriz.” gibi bir genel okuma yapmak ne derece mümkün? Arabada kaset dinlerlerken bile kendi kasetlerini dinlemiyorlar. O da emanet. Ya da anne, kızına “Kuşu sahiplenme, dönünce üzülürsün.” diyebiliyor. O anlamda küçük detayları toplayıp ‘emanet’ ve ‘misafirlik’ kavramlarına dair genel bir resim çizilebiliyor.
Tabii ki, geçiciyiz bu dünyada. Sadece farkında değiliz, ancak birileri öldüğünde aklımıza geliyor ölüm. Aslında ben Misafir için “Misafir’iz bu dünyada.” diye misafir’i ayırarak şaka yollu bir cümle kullanmıştım. Ziyaret ettik ve gidiyoruz. Son yüzyılın belki de en önemli filozoflarından biri olan Osho’nun mezar taşında “Osho bu dünyaya hiç doğmadı, bu dünyada hiç ölmedi. Sadece 1930-1990 yılları arasında dünyayı ziyaret etti.” yazar.
Filmde hasta anneye bakan vefalı komşu Şükran Teyze’nin oğlunun da ayrı bir hikâyesi var. Maden kazası geçirmiş. Fakat onu detaylı görmüyoruz. Orada da bir realite yatıyor aslında. Neden bu bilgiyi kabaca verip geçmeyi tercih ettiniz?
Filmde abla, kardeşine “Böyle insanlar kaldı mı hâlâ?” diye soruyor. Komşuluk hukuku bu kadar önemli bir hukuk mudur? Oysa o komşunun kendi yaşadığı başka bir trajedi de var bilmediğimiz; hemen yakınımızda ama görmediğimiz, belki de görmek istemediğimiz. Ve ben belki de bizlere filmin sonunda Şükran’ın hayatından da kısa bir kesit göstererek, bu gerçekliğe rağmen, hâlâ böyle insanların da var olduğunu anlatmak istedim. Filmimin tagline’ı “trajediden beslenen umut”. Bu aynı zamanda Béla Tarr’ın bir yerlerde kullandığı bir söz. Ben hiçbir zaman umudu elden bırakmıyorum. Duygusal olarak bir realiteyi gösterip bundan bir pişmanlık, perişanlık, üzüntü vb. sonuç çıkarmak istemiyorum. Umutsuzum değil, hayır umutluyum. Geleceği boş, karamsar ve umutsuz görmüyorum finalde de. Bir trajedi var ama trajedinin sonucu olumsuz değil. Bir umut doğacak, bu bir iyimserlik değil, yaşamın da kuralı bence. Hiçbir şey geriye gitmez. Tekâmülde geri gidiş yoktur. Tek amil/amaç tekâmüldür Hurufilerce.
Küçük kızın, annesi Nur’a, hasta anneannesi için “Neden senin yanında değil?” şeklinde yönelttiği bir soru var. Nur’un vicdanının sesi oluyor aslında.
Anneler çocuklarının yanında, çocuklar da annelerinin yanında olur çünkü. Bunu biliyor küçük kız ve tabii ki “Annen neden yanında değil?” diyor.
İlk uzun metrajlı filminizden bu yana uzun bir süre geçmiş. Belgeselci kimliğiniz de var sizin. Deneysel filmler, TV filmleri, kısa metrajlar da çekmişsiniz. Bu anlamda çok yönlü olmak, uzun metrajlarınızı ne şekilde besledi? Aradan geçen süre neler kattı size? Neleri değiştirdi?
Ben bilerek, isteyerek ve taammüden sinemaya dâhil oldum. Hem Marmara Üniversitesinde, hem Mimar Sinan’da okudum. Bizim dönemimizde, Yeşilçam’da film yapmak zordu. O yüzden bizim kuşak belgesele ilgi duydu. Ben belgesellerimi daha çok kültürel anlamda mesleğimin, eğitimimin bir zekâtı gibi gördüm. Ne zaman ki rahatça film yapma imkânına kavuşabilirsek o zaman özgürce film yapalım mantığıyla uzun metrajı erteledim.
Bir ressam hep aynı resmi yapsa, bir yönetmen hep aynı filmi çekse, resimlerin de filmlerin de daha derin, daha anlamlı ve daha gelişkin olacağını düşünüyorum. Ben dar ve derinden, bu iki kavramın simgelediği iki “D” harfinden yanayım. İki “D” harfini sırt sırta yerleştirirsen bir daire, bütünsellik oluşturur. Aynı anda üç beş iş yerine, bir iş üzerinde derinleşilse keşke. Hayat buna imkân verebilse daha iyi olur her şey diye düşünüyorum.
Bir şair için şiir neyse, bir ressam için resim neyse, bir yönetmen için de sinema odur. Hayata karşı söyleyeceğim bir söz var. Ben bu sözümü böyle anlatıyorum. Bunu yıllar önce Jean-Luc Godard söylemişti: “Roman yazmak istiyordum. Fakat roman yazamadım. Yazamadığım romanların filmini çektim.” Aslında hayat çok basit. Sanatın felsefeye ihtiyacı var ama sanatın içinde felsefe yapmaya ihtiyacı kesinlikle yok. O nedenle sinema, felsefeyi pek kaldırmaz. İçselleştirerek yedirebilenlere de bravo demek gerekiyor, çok az olsa da böyle sinemacılar var.
Kim var mesela felsefe yapan sinemacılardan? Tarkovski?
Felsefe sayılmaz onunki. O yazamadığı şiirlerin filmini çekiyor. Felsefeyi çok başarılı biçimde, hiç kabalaştırmadan ve didaktizme düşmeden sinemada içselleştirebilen Béla Tarr var örneğin, Apichatpong Weerasethakul var…
Godard’ın yazamadığı filmlerin romanını çekmesi gibi…
Tabii ki. Felsefe daha çok hayatı anlama çabası. “Proletarya, akli silahlarını felsefede bulur. Felsefe ise maddi silahlarını proletaryada bulur.” der Marksizm. Ne zaman ki Marx’ın merkeze koyduğu proletarya kendini gerçekleştirir de devrimi yapar, zaten Marksist felsefenin amaçladığı da gerçekleşmiş olur. Dolayısıyla felsefeye ihtiyaç kalmaz. İnsan gerçek anlamda niye felsefe yapar ki? Dünyayı daha yaşanılır kılmak için. Bence sanatçı da felsefeye ihtiyaç kalmayan bir dünyayı özler içten içe . O baptan sinemada da, tiyatroda da, tüm sanatlarda açıktan, didaktik anlamda felsefe yapmak çok gereksiz gelir bana.
Béla Tarr da hayatı anlamaya çalışmıyor mu biraz?
Béla Tarr’ınki garip biraz. İyi bir soru bu. Béla Tarr felsefe yapmıyor, kendi hayat anlayışının filmini yapıyor. Filmine felsefe bulaştırmıyor. Burada senin sevdiğin örneği verebilirim. Angelopoulos’ta filme bulaşmış felsefe vardır; Béla Tarr’da ise kendi hayat felsefesini filme sokma hâli vardır. Felsefeyi koklayamazsın, göremezsin ancak alttan alta hissedersin çok başka boyutlarda.
Angelopoulos’unki daha epik ve didaktik bir tarz.
Evet, didaktik. Béla Tarr’da didaktizm bulamazsın. Werckmeister Harmonies Damnation’da (2000) mesela felsefeden çok, bir müzisyenin teorileri vardır. Béla Tarr benim şu anda çok önemsediğim, etkilendiğim, çok özel bulduğum ve sinema tarihinde şu an için en önemli olarak gördüğüm nadir birkaç isimden biri.
İzlemesi zor bir yönetmen aslında. Tahammül etmek gerekiyor.
Hayat da böyle bir şey…
“Son derece sert hikâyesini, olgun bir sinemasal anlatımla sarmalıyor.” diye bir yorum var Misafir hakkında, internette karşıma çıkan. Ama ben çok katılamadım bu yoruma. Nerede yatıyor o sertlik sizce?
Kadın odaklı bir film olduğu için, travma açısından belki sert algılanmış olabilir. Gizli de saklı da olsa, filmi izledikten sonra hemen hemen gösterilen her ülkede “Baba ile kız arasında bir mesele mi var?” diye soruyor erkek izleyiciler genellikle. Ve hep kadın izleyiciler cevap veriyor bu soruya. Kadınlar aileyi, çocuğunu korumak adına yaşadıklarını gizledikleri, sakladıkları, “kol kırılır yen içinde kalır” dedikleri için. O yüzden bu yorumu da belki bir kadın yazmıştır.
(Yönetmen Mehmet Eryılmaz ve film ekibi, Boğaziçi Film Festivali kapsamında izleyicilerle buluşmuştu.)
Son dönemde kadın sorunları üzerine eğilen çok fazla film, etkinlik, söyleşi gerçekleştirildi. Mustang (2015) mesela adından çok söz ettirdi. Ensest, bekâret tabusu, kadına şiddet, çocuk gelin gibi her türlü sorunu içeren bir film olmasına rağmen, orada da ensest meselesi üstü kapalı veriliyordu. Benzer bir tavır sizde de var. Bizim toplumumuzda bunun “ayıp” olarak algılanmasıyla bir bağı var mı bu tavrın?
Ben başka boyutları da kendimce anlatım modeli olarak seçiyorum. Abbas Kiarostami’nin dünya sinemasına kattığı en büyük katkı, seyircinin de bir yaratıcı olarak serüvene ortak olmasıdır. Onun için her şeyi anlatmak değil, seyircinin çabasını beklemek, seyircinin kendi hikâyesini kurmasını sağlamak da önemlidir. Benim filmimi yüz kişi izliyor ama yüz ayrı sonuçla filmden çıkıyorsa benim için bu bir başarı sayılır.
Sana şu an iddia ediyorum, sokaktan geçen bin tane üniversite öğrencisini çevir, beş kişi yoktur İzzet Yasar’ı tanıyan. Şiirle ilgilenenler dâhil. İzzet Yasar, Türk şairlerinin en önemlilerinden biri, ama kimse tanımıyor. Ama tanıyanlar sana saatlerce konuşurlar. Hayatta ille de bugün bilinmek, bugün tanınmak gerekliliği de yok zaten . Citizen Kane (1941), Orson Welles’i ülkeden kovdurttu, şirketi iflas ettirdi. Ama her şeye rağmen son yüzyılın sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak geçiyor. İsmet Özel’in bir şiiri vardır: “Biliyorum hayat kılıcımı geri verecek benim.” der bir yerinde. Bazı filmleri anlamak için birkaç kez izlemek gerekiyor. Aradan zaman geçmesi gerekiyor.
“Bir yönetmenin, çektiği filmin her bir dakikasının değil; her bir karesinin, her bir kelimesinin hesabını vermesi gerekir.” demiştiniz. Misafir, çok fazla diyalog üzerinden akan bir film. Buna rağmen kulağı tırmalamıyor, eğreti durmuyor cümleler. Ama bütün karakterler geçmişe, hayata öfkesini konuşarak kusuyor. Konuşarak derdini anlatıyor. Sinema, görüntü ve söz birlikteliği ama burada söz daha ağır basıyor. Bu bilinçli bir tercih mi?
Benim hayatta en etkilendiğim yönetmenlerden biri de Louis Malle. Onun, My Dinner with Andre (1981) diye bir filmi vardır. İki arkadaş bir masada seninle benim oturduğum gibi oturur ve yüz küsur dakika boyunca konuşurlar. Ama o filmi izleyenlerin hepsi o masadan on beşinci dakikada uçar, başka yerlere giderler. Misafir’de altı karakter var, hepsinin kendine has bir dünyası var. Her bir karakteri karakter derinliğine sokmak, tip olmaktan kurtarmak anlamında diyaloglar önemliydi. Bunları bilerek, isteyerek seçtim. Bu filmin ilk kurgusu dört saat gibiydi aslında. Fakat nasıl ki her şair yazdığı şiirin okunmasını arzu eder, filminin seyirciye ulaşmasını arzu eder yönetmen de. Bu nedenle filmi epey kısalttım. Karakterleri hem boş bırakmayayım hem de tek ana meseleden koparmayayım derken montajda zorlandığımı da söyleyebilirim.
Gerçek hayatta aşina olduğunuz insanlar mıydı hepsi?
Kesinlikle. Hepsi. Çocuktan tut, meyhanede babanın anlattığı hikâyenin içindeki karakterlere kadar…
Meyhanede babanın anlattığı hikâye demişken… O hikâye bize, babanın kendi kızını reddetmesine rağmen bir gerillayı öldüremeyecek kadar merhametli olduğu bilgisini de veren bir hikâyeydi.
Sinemada etik çok önemli bir şey. Her karakterin diğer yönünü de göstermek zorundasın, tip ve klişe olmaktan çıkarmak zorundasın. O kişi hakkında kararı seyirci verecek. Tacizci baba kötü gözükebilir ama bir gerillayı öldüremeyebilir. Orada “insan olmak” hâli gündeme geliyor. Bir katilin de, suçlunun da insani yanları vardır yakından bakarsan, farklı açılardan bakarsan.
Aslında bu da karakteri ne salt iyi, ne de salt kötü yapıyor.
Aynen öyle. Çok yönlü karakter yapıyor. Kısaca insan yapıyor bence, yaşayan bir insan. Düz klasik bir hikâyede iyiler ve kötüler çarpışır, iyiler kazanır. Oysa hayat çok yönlü. Kolay tanıma gelmeyen bir kavram.
Önemli bir nokta da filmde hiç özgün müziğin olmaması.
Filmde özgün müzik yok. Erkan Oğur var girişte. Sen de sormadın mesela… “Zülf-ü kâküllerin amber misali / Buy-u Erguvan’dan güzelsin güzel.” Bu aslında bir Bektaşi dervişinin Hz. Muhammed’e yazdığı bir güzelleme. Erkan Oğur bunu öyle bir yorumluyor ki, ben onu ilk dinledikten sonra dedim ki “Havada uçan bir kuş önce uçuşunu durdurur, bu müziği dinler ve sonra yoluna devam eder.” Daha sonra da bu müzikten, hatta müziksizlikten en iyi çocuklar anlar dedim. Ancak bir çocuk anlar Erkan Oğur’un söylediği müziği. O yüzden Misafir, yakın plandan büyülenmiş bir çocukla başlar. Bütün seyircilere tek tek sormak isterdim. Bu çocuk sahnesi niye var? Çocuk orada büyülenmiş gibi, değil mi? Benim için Erkan Oğur bir derviş, bir ulu ozan gibi. Belki de ona özeniyorum. “Biz sizi eğlendiremeyiz ama kısa bir süre eyleriz.” diyen Erkan Oğur’a… Belki ben de başka bir dünyadan bir film göstermek istiyorum. İki saat insanları eylemek niyetiyle… Eğlendiremeden eylemek, vakit geçirttirmek. İzleyenlerin içlerinden uçan kuşun durması gibi durup derinden bakmak isteyenler olursa da hem bizim hem de hayatın kâr’ına / yararına sayılır diye düşünüyorum..
Siz o pür müziği Sema Moritz’de de hissetiniz o zaman. Arka jenerik, filmin belki de en önemli kısmı müzik kullanımı açısından. Seyirci, o son duyguyla çıkıyor filmden. Siz Hasret’i kullanmayı tercih etmişsiniz. Neden özgün bir müzik değil de Sema Moritz’in yorumuyla bu kadar eski bir şarkı?
Erkan Oğur’la Sema Moritz’i kardeş görüyorum. Onlar eski şarkılara yeniden hayat veriyor, onları yeniden canlandırıyor. Sema da çok özel, çok bilinemeyen biri. Bu ülke böyle bir derya, derviş çıkarmış müzikte. Bilinmemesi de biraz ayıptır bence ama maalesef realite bu. Bir yandan bu realiteye ağlarken, bir yandan da bilinmeyenleri de gündemime alıyorum.
Film ne zaman vizyona girecek?
Şubat, mart gibi gözüküyor şimdilik.
(Mehmet Eryılmaz ve Sema Moritz)
Son dönemin genç sinemacıları hakkında yorumlarınız nedir?
Ben yeni sinemacı kuşağından umutluyum. Şimdi isim anarak birilerini unutup kırmış olmayayım ama Türk Sineması da Kürt Sineması da, genelde ülke sineması da iyiye gidiyor. Anadolu coğrafyasında bu kadar olanaksızlığa rağmen dünya sinema sanatı içinde adından söz ettiriyor sinemamız.
“Üretim araçlarının demokratikleşmesi” diye bir kavram vardır. Geçmişte fotoğraf makinesi sahipleri fotoğraf sanatçısı oluyordu. Oysa sonraları herkes fotoğraf makinesi sahibi oldu, ama fotoğraf sanatçısı sayısı aynı oranda artmadı. Üretim araçlarının demokratikleşmesiyle, dijital yenilik ve kolaylıklarla yeni, farklı film yapma denemelerinde bulunuyor gençler. Bu da yaratımı tetikliyor. Aynı oranda çoğaltmasa da…
Fil’m Hafızası’nı takip eder miydiniz?
“Fil’in Hafızası” değil mi? “Fil’m” değil de… Fil unutmaz derler. Çok güzel bir buluş olmuş bu aslında.Takip etmeye çalışıyorum tabii. Sizde çok özel ve garip dosyalar var. Senin de içinde olduğun “Şiirsel Gerçekçilik” dosyası vardı mesela. Sinemada şiirin, “şiirsel gerçekçilik” gibi bir kavramın gündem bulması çok zor. Bunu gündeme almanız bile çok önemli.
Ve son söz: “Sinemayla oyalanıyoruz işte, şiir yazamadığımız için.”
Su gibi bir röportaj.Sıkılmadan okudum.Ve içimden dedim ki
iy iki hayal kurmayı öğrenmişiz.
Çok teşekkürler…