Bu yazıyı evinde polis tarafından vurularak hayatını kaybeden Dilek Doğan ve polis/devlet şiddetine maruz kalmış insanları hatırlatmak adına yazıyorum.
İngiliz yönetmen Peter Watkins tarafından 1971 yılında çekilen Punishment Park ABD toplumunun savaşa karşı yoğun mücadele verdiği, 68 kuşağının protestolarına sahne olan günleri konu alıyor. Hepimizin aşina olduğu Vietnam Savaşı ve bunun toplumda yarattığı yıkımlara yönelik olarak o yıllarda savaş karşıtı pek çok farklı grup ABD hükümetine karşı mücadele veriyordu. Hem içeride hem de dışarıda artan şiddet, tüm barışçıl çabalara rağmen yalnızca devletin iktidarı sağlamlaştırmasına olanak sağlıyordu. Watkins bu şiddetin gerçek ve acımasız yüzünü bize aktarabilmek için Ulusal Güvenlik Yasası’nın yürürlüğe sokulmasının ardından iç güvenliği tehdit ettiğini düşündüğü herkesi tutuklayabilen bir hükümetin, bu kişileri yargılama sürecini işlemekte. Savaş karşıtı öğrenciler Kent Devlet Üniversitesi’nde Amerikan ordusuna bağlı Ulusal Muhafızlar tarafından öldürülür. Bu cinayetlerin ardından protestolar giderek güçlenir. Devlet yetkilileri de dilediğini gözaltına alabilecek bir yasayı uygulamaya sokmuştur. Suçlular ya yargılamanın ardından tespit edilen süre kadar hapis yatmak zorundadır ya da Ceza Parkı/Kampı denilen bir çölün ortasında, güneşin altında 85 km uzaklıkta bulunan ABD bayrağına susuz bir hâlde ulaşmaya çalışacaklardır. Eğer ulaşabilirlerse “suçluların” serbest kalacağı iddia edilmektedir. Bayrağa ulaşmaya çalışırken polis ve askerlerin gözaltındakilere asla zarar vermeyeceği sözü verilmiştir. Ama işler tabii ki bu şekilde ilerlemez. Polis ve asker bayrağa ulaşmaları için mahkûmlara iki saat müddet tanır. Ve mahkûmların hayatta kalabilme savaşı başlar. Bu konuyu çarpıcı bir şekilde işleyen Watkins’in kullandığı en önemli araç ise filmi pseudo-documentary, yani kurmaca-belgesel olarak tarif edebileceğimiz bir yöntemle işlemiş olmasıdır.
Psuedo-documentary, belgesel formatında ancak kurgulanmış, yani bir metne ve senaryoya bağlı olarak çekilen gerçek olayları aktarmayan film olarak tanımlanabilir. Kurgusal belgesel olan mockumentary’den farkı ise içerisinde ironi ya da mizah barındırmaması olarak belirtilebilir. Bu yöntemi kullanarak yönetmen bizi filmin içerisine dâhil ederek bir parçası kılar. Punishment Park filminde de Watkins mahkûmları takip eden ve onlara arada sorular yönelten, aynı zamanda aktivistlerin mahkemede yargılanmalarını izleyen farklı ülkelerden gözlemcilerin kamerasından konuyu işler. Yönetmen bir mahkeme kurgulamıştır, ancak tartışılan her şey gerçektir. Bir yanda bayrağa ulaşmaya çalışan Ceza Kampı seçeneğini seçmiş gençler, bir tarafta da Nixon’ın sözcülüğünü yapan, savaş karşıtlığını vatana ihanet olarak gören mahkeme heyetine karşı korkmadan, var güçleriyle direnen aktivistler yansıtılmaktadır. Watkins’in filmini güçlü kılan etkenlerden birisi de bu karakterleri canlandıran kişilerin gerçek hayatlarının bir döneminde polislik yapmaları ya da aktivist olarak eylemlere katılıp, polis şiddetine maruz kalmaları olmuş bana kalırsa. Çok fazla doğaçlamaya yer verilmiş olan eserin bizi etkilemesindeki en açık sebep distopik denebilecek şekilde acımasız gelse dahi, işin gerçekçiliği. Çünkü yaşadığımız dünya, evrene acımasızlığıyla nam salmış durumda.
Mahkemede susturulmaya çalışılan, oturdukları sandalyeye kelepçelenmiş bir şekilde yargılanan ve farklı grupları temsil eden bu mahkûmların savunmaları, devlet şiddetine ve savaş siyasetinin kendisine karşı bizi sorgulamalara itiyor. Aynı zamanda yargılanan farklı kültürel, etnik ve ekonomik grupların; yani askerden kaçmış bir antimilitarist, protest müzik yapan bir şarkıcı, bir sendikacı, bir komünist, siyahların mücadelesini savunan bir Halk Ordusu üyesinin bulunması da farklı bakış açılarıyla bu şiddetin nasıl algılandığını bizlere aktarıyor. Mahkeme heyetinin öfkesinde henüz bilince çıkmamış bir korkunun ifadesi yatıyor. Adaletin ve direnmenin yenilmezliğine yönelik bir korku bu.
ABD’nin kuruluşuna kadar gidildiğinde bu toprakların vahşi bir biçimde Kızılderililerden alındığını ifade eden siyah aktivist, devletin varoluşsal bir şiddeti içinde barındırarak bugünlere kadar geldiğini vurguluyor.
Filmi izlerken mahkûmlara karşı kullanılan psikolojik ve fiziksel şiddet bizi her ne kadar rahatsız etse de bugün bile hâlâ aynı şiddetin hem ABD’de hem de kendi ülkemizde uygulandığını görüyoruz. Yansıtılan şiddet ne derece acımasız olursa olsun, ne yazık ki filmde bu kadarı da abartı diyebileceğimiz hiçbir nokta yok. Devlet şiddet aygıtına başvurduğu anda kendi çıkarlarının önündeki her şeye kendi yasal çerçevesini bahane göstererek şiddeti sınırsız şekilde kullanabilme hakkına sahiptir. Karşısında bulunan herkes terörist olarak ilan edilebilir ve devletin uyguladığı şiddet bu yüzden meşrudur.
Filmdeki karakterlerden birinin aç ve susuz bir hâlde 38 derecede güneşin altında bayrak kapma yarışı sırasında söylediği şu cümleler, bugün yaşanan tüm bu şiddetin merkezine bizi götürüp kendimize getiriyor:
“Başka bir zamanda, onurlu ve doğru olan şey bir polis memuru ve ya başkan olmak olabilir. Ancak şimdi, onurlu olmak için yapılabilecek tek şey sabıkalı olmak.”
71 yılından bu yana değişmeyen şey, uygulanan şiddet, savaşlar, haksızlıklar ve yine de canı pahasına buna direnen gençler. Watkins’in başardığı ise o yıllar içerisinde bütün engellemelere rağmen bu haksızlıkları dillendirme ve bizlere sadece bir propaganda eseri değil aynı zamanda sanatsal da bir eser sunma. Bugün için de benzeri cesur hareketlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Quentin Tarantino’nun ABD’de polis şiddetine karşı bir yürüyüşe katılmasının ardından bütün ülke genelinde polisler tarafından filmlerinin boykot edilmesi ise fazlasıyla gülünç. Ancak Tarantino’nun bu eylemi devleti rahatsız etme boyutunda basit ama etkili bir hareket.
Filme tekrar geri dönecek olursam, mahkemedeki heyetin şiddeti ve savaşı meşrulaştırmak için kullandığı argümanlar bizlere bugün, onlara durmadan derdimizi anlatmaya çalışarak yorulduğumuz güç sahiplerini akıllara getiriyor. Yargıcın, bir avuç militanın toplumu temsil etmediğini söylerken “Bunlar bir avuç çapulcu” laflarını hatırlayıp aslında devletçe meşrulaştırılan şiddetin, Watkins’in kurgusundan daha gerçekçi bir hâle dönüştüğünü düşünüyorum. ABD’de aynı şekilde siyahlara yönelik olarak özellikle Ferguson’da yaşanan olaylar sonucu bugün hâlâ devam eden protestolarla karşımızda duran sorun, devletin polis gücünü kullanmaktan hiçbir yerde ve zamanda vazgeçmemesidir. Dahası, bu şiddeti uygulayanların iktidara olan bağlılıklarını sorgulayamadıkları bir propaganda mekanizması da her zaman işlemektedir. Filmde de en çok etkilendiğim sahnelerden biri Ceza Kampı’nda bayrağa ulaşmak üzere olan gençleri hiçbir gereği yokken vuran 18 yaşındaki askerin korku ve panik içerisinde kameramanın sorularını yanıtladığı sahneydi. Bütün yaşananları kaydeden kameraman genç askeri suçsuz insanları öldürmekle suçladıkça, askerin üstü tarafından bu insanların vatan haini olduğuna ikna edilmesi şiddetin nasıl meşrulaştırıldığını gösterir nitelikte.
Film süresince çölde sıcaktan ve susuzluktan artık vücudu iflas etmekte olan ama hâlâ bu acımasızlığın içinde yaşama umutları olan gençleri görüyoruz. Bir şansları olduğuna inanmak ellerinden gelen tek şey aslında. Öte yandan tekrar mahkemeye döndüğümüzde bu suçsuz insanların kin ve nefretle yargılanırken hâlâ hükümetle alay edip kendi doğrularından vazgeçmemeleri bizi diğer tarafa karşı daha da öfkelendiriyor. El kamerasıyla çekilen ve yakınlaştırma(zoom) yapıldığının bariz olduğu sahneler bize zaman zaman kamerayı elinde tutan kişiymiş hissiyatı yaşatıyor ve ne yazık ki onlar için hiçbir şey yapamıyoruz. Yüzlerine yakınlaştıkça öfkeyi ve kararlılığı daha da net hissedebiliyoruz. Hayatta kalmak için bir şansları olmasını dilediğiniz, doğrularından vazgeçmeyen bu insanları filmin sonunda kaybediyoruz. Ama film bir karamsarlığı mı içeriyor derseniz, bence hayır. Filmin derdi, bana kalırsa gerçeklerin acımasızlığı ve demokratik görünen yargılanma ya da adalet mefhumunun yalandan ibaret olduğu gerçeği.
Sinemada şiddet bugüne kadar pek çok farklı yöntemle işlendi ama filmin sadece dört gün vizyonda kalabilmesi ve ardından her yerde sansüre uğraması, işin iktidar ve onun kurallarına bağlı olanlar tarafından nasıl rahatsız edici karşılandığını kanıtlıyor. Yine benzer bir şekilde Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) filminin festivalde gösterilmesinin yasaklanması, 2015 yılında hâlâ sanatta eleştiri özgürlüğüne nasıl engeller getirilebildiğini bizlere gösteriyor.
Vatan haini kimdir ve devlete isyan etmek neden kötü bir şeydir, pek çok filmde işlenmiş konudur elbette; yahut şiddetin, özellikle de faşizm dönemlerinde yaşanan şiddetin altı daha önce de çizilmiştir. Ama bu filmi başarılı kılan bir unsur gerçekçiliği; bunun yanında, devletlerin demokratik görüntüsünün altındaki otoriter ve şiddete eğilimli hâli ve elbette ki yönetmenin çekim tekniği olarak belgesel formatını tercih etmesidir.
En sakıncalısı ise devletin öncülüğünde taraflaştırıcı meşru şiddetin toplumda da yer bulmasıdır. Şiddet devletin gücünü hissettiği anda bireyler tarafından herhangi bir bireye uygulanabilir hâle gelmektedir. Normalleşen ve itibarı artan şiddet, bir arada durmayı zorlaştıran ve illa ki haksızlıkla sonuçlanan bir sarmalın içerisinde bizleri yok eder. Bir gazetecinin kafasına silah dayamaktan, galoş giymesini söylediği genç bir kadını vurmaya kadar giden devlet şiddeti, sokakta karısını bıçaklayan “öfkeli bir eşe”, camına kartopu attığı için birini öldüren esnafa kadar gider.
Şiddet bitmiyor, sinema ise bunu en güçlü biçimde aktararak bizi hayatta ve güncel tutuyor. Yüzümüzü bu gerçeklere döndükçe kaçmanın ne kadar zor olduğu anlaşılıyor. Dayanaklarımız, bir arada’lığımız ve inadımız ise tüm bunlar yaşanırken umudu sırtına yüklenip yükselenler sayesinde oluyor.
Ama barış ağaç değil, ot değil ki
yeşersin:
Sen istersen olur barış, istersen
çiçeklenir.
Bertolt Brecht