Serap kelimesinin anlamını hepimiz biliriz. Işığın gözlerimizi aldatması sonucu kurak çöllerin ortasında beliren, aslında var olmayan sudan hayali bir cennettir o. Gerçek olmadığını biliriz ama yine de ona inanmak isteriz. Gerçeğimizin karanlığında bizi hayata bağlayan ümidimizdir o. Seraplarımız, hayallerimiz, fantezilerimizdir her şeye rağmen bizi yaşatan. Kendimizi kandırıyor olmamız, farklı bir gerçeklikte yaşıyor olmamız önemli değildir. Yeter ki bir ümidimiz olsun, hayat elbet bir gün bize de gülecektir.
İşte böylesi hayallerin vücuda bürünmüş bir hâlidir Aaahh Belinda’nın (1986) kahramanı Serap. Modern bir hayat tarzını benimsemiş, yetenekli ve entelektüel bir tiyatro oyuncusudur. Zamanının bir bölümünü toplumsal eleştiri dozu yüksek bir oyun olan Asiye Nasıl Kurtulur’un provalarında geçirirken geri kalan kısmını ise arkadaşları ile yüksek kültür sohbetleri yaptığı barlarda harcar. Evli değildir ama sevgilisiyle beraber yaşamaktadır. 1980’li yıllarda, Özal döneminin getirdiği kültürel fırtınanın da etkisiyle toplumumuzun çok da alışık olmadığı ama televizyonun mucizesi ile birlikte giderek daha da yakından tanıyıp öykündüğü burjuva hayatların bir yansımasıdır aslında Serap. Fakat sistemin tutsaklarından biridir o da. İstediği işi istediği gibi yapabilmek için para kazanmaya ihtiyacı vardır. Bu yüzden de birçok arkadaşının idealist bir yaklaşımla reddettikleri reklam filmi tekliflerini o kabul eder. Aslında Serap da hoşlanmaz reklamlardan, yapmacık bulur; izlerken bile yüzünde maskesi vardır, âdeta televizyonla arasına bir mesafe koymak zorunda hisseder kendini. Ama Serap’ın prensip sahibi olmak gibi bir lüksü yoktur, hem o bir profesyoneldir, kariyeri böyle şeylerden etkilenmeyecektir.
Bir şampuan reklamıdır oynamasını istedikleri. Senaryo ise âdeta Serap’ın en büyük kâbusunu yansıtır. Oynayacağı tip, iki çocuklu bir ev kadınıdır, Naciye’dir. Söz konusu şampuanın vaadi olan yumuşacık saçlar ise evin direği olan kocaya adanmışlığın bir simgesidir. Bir yanda sıradanlaşma korkusu vardır içinde, bir yandan da asla yüzleşmek istemediği bir toplumsal gerçek. Çekimler başladığında bir türlü yönetmenin istediği etkiyi vermeyi başaramaz. Dönüm noktası ise saçlarını Belinda şampuanıyla yıkadığı sahne olur. Tekrar edilen çekimlerle birlikte Serap giderek canladırdığı tipi bir karaktere dönüştürmeye başlar. Onun yaşadığı bu özdeşleşmeye arka planda tekinsiz bir müzik eşlik etmektedir. İşte tam bu sırada Serap boyut değiştirir ve kendini bir anda Naciye olarak, Naciye’nin banyosunda buluverir.
Ev kadınlığı ve annelik bir hapisliktir Serap için, asla orta direk bir aile ferdi olmayacaktır o. Ama şimdi kendini tam da böyle bir hücrenin içinde buluvermiştir. Sözde, bir oyuncu olarak sahnedeyken toplumun köşeye sıkıştırdığı Asiye karakterinin gözünden bakabilmektedir dünyaya. Peki şimdi klâsik ataerkil aile yaşamına sıkışmış olan Naciye’nin gözünden de bakabilmeyi başarabilecek midir?
Serap, içine düştüğü bu durumu kolay kolay kabullenmeyecektir elbet. Kocasının tüm ısrarlarına, kanıt çabalarına rağmen bir türlü ikna olamaz Naciye olduğuna. Tatsız bir şaka olmalıdır bu ya da korkunç bir kâbus.
Peki Serap kendini nasıl bu evde bulmuştur sahi? Sokaklardan izole yaşadığı bohem hayatından farkında olmadan içten içe duyduğu bir memnuniyetsizlik midir bunun sebebi? Başka insanları anlayabilmeyi, kendisini onların yerine koyabilmeyi gerektiren oyunculuk mesleğini Naciye ile gerçekten özdeşleşmeden icra edebilir mi? Naciye’yi anlamadan Asiye olabilir mi?
Kendisini nasıl bu evde bulduğunu açıklayamasa da apar topar kaçar oradan ve teselliyi arkadaşlarına sığınmakta arar, fakat onlar da tanımazlar Serap’ı. Dairesinde de başkaları oturmaktadır artık. Kaçacak hiçbir yeri yoktur, tiksindiği o “orta direk” aile evine geri dönmek, içinde yaşadığı toplumun “acı gerçekleri” ile yüzleşmek durumunda kalacaktır. Bir kocaya her akşam yemek yapmak, iki ele avuca sığmaz çocuğa bakmak zorundadır artık. Yakında bu kâbustan uyanacağına inanarak numara yapmaya, Naciye rolünü oynamaya başlar. Kadınlara hem mutfakta hem yatakta hizmetçi rolü biçen, onlara mal gözüyle bakan kocalar, torunlarını terbiye etmek için korkunç hikayelere ve tuhaf ninnilere başvuran anneanneler bu hayatın değişmez birer parçalarıdır. Kadın yaşayabilmek için yalana mahkûmdur bu dünyada, başka çaresi yoktur. Serap akıl sağlığını koruyabilmek için bu sefer de tiyatroya sığınmayı dener, fakat Naciye’nin kaderi onu sahnede de yakalar. Sonunda kendini akıl hastanesinde doktorların karşısında bulur.
“Serap’ım ben, Serap. Unutturamazsınız!” diye sayıklasa da artık çok geçtir. Gerçeği kabullenme vakti gelmiştir. Ne zaman ki Serap direnmekten vazgeçer ve kendisini Naciye’nin hayatına tamamiyle bırakır, işte o zaman özdeşleşme de tam olarak gerçekleşme şansı bulur ve empati sonunda kurulur, bu kara büyü de birden bozulur. Serap, Naciye olarak kocasını bile isteye tekrar yatağına aldığı anda kendini birden reklam setinde bulur. Tanıdığı bildiği dünyaya dönebilmiştir nihayet. Tam her şey yoluna girdi derken atlattığını düşündüğü bu kabus yeni bir hamle ile tekrar canlanıverir ve bu kez dev bir şampuan şişesi olarak Serap’ın üzerine doğru yürür. Her ne kadar biz bu dev şişenin bir dekor olduğunu bilsek de onu Naciye’nin kahramanımızda bıraktığı silinemeyecek bir iz olarak düşünmek de pek yanlış olmaz.
Peki ya bütün bu olanları tersinden düşünsek? Ya Naciye Serap’ın kâbusu değil de, Serap Naciye’nin bir fantezisi olsaydı? Naciye, her gün televizyonlarda izlediği, gazetelerde okuduğu, öykündüğü özgür, bohem hayatlardan kendisine bir kaçış yaratmış olamaz mıydı yani? Birden içine sıkıştığı bu “aile” denen hapishanenin farkına vardı ve içindeki Serap’ı uyandırdı belki de. Ardından gerçeğin kendini en acımasız şekilde dışarı vurmasıyla Naciye de yaşadığı hayatı yeniden sorgulamaya başlayacak ve dertsiz, tasasız, çocuksuz, kocasız özgür bir hayatın hayaline kapılacaktı. Fakat ne kadar çabalarsa çabalasın kaçmaya çalıştığı o hayat gittiği her yere; arkadaşı sandığı insanlara, evi sandığı dairelere ve hatta o çok arzuladığı tiyatro sahnesine dahi onunla beraber gelecekti. Olamaz mı? Neden olmasın? Şu ana kadar kendini kandırmıştı belki, peki şimdi kendi gerçeğini yaşayabilecek miydi? Naciye kurtulabilecek miydi?
Oyunun sonunda Asiye düzenin itelemesiyle içine düştüğü çukurdan kurtulamayacaktır. Aynı son maalesef Naciye’nin de kaderidir. Tüm çabalarına rağmen o kısıldığı hücreden kaçmayı başaramaz ve sonunda tekrar kendini kandırmayı, kocası ve çocuklarıyla orta direk evlerinde mutlu mesut yaşamayı seçer, Serap’ı da kurduğu hayallerdeki o özgür, bohem hayatına geri gönderir.
Gerek Atıf Yımaz’ın gerekse Türk sinemasının en özgün eserlerinden biri olarak karşımıza çıkar Aaahh Belinda. Abartısız gerçeküstü tonları, kusursuz senaryosu, ustalık gerektiren mizansenleri ve mizahî yaklaşımıyla belki de Doğu ve Batı arasındaki bu bitmek tükenmek bilmeyen sıkışmışlığımızı en etkili biçimde anlatan hikâyelerden biri olmayı kolaylıkla başarır. Müjde Ar’la aynı sene Anayurt Oteli’yle (1986) de kendinden söz ettiren Macit Koper’in başarılı oyunculukları ise kaymağı olur bu eşsiz hikâyenin. Barış Pirhasan’ın kelimeleri ve Atıf Yılmaz’ın kamerasıyla bugün dahi daha iyi kavrarız, bizi batıdan fizikî olarak ayıran ama asla gerçekten koparamayan Boğaziçi’ni, Türkiye’yi.