Yorgos Lanthimos, adını izleyicilerin zihinlerine ve sinema tarihine kazımakta olan dâhiyane bir yönetmen. Dogtooth (2009) filmiyle ismini ilk kez dünya çapında sinemaseverlere ulaştıran Lanthimos; ardından gelen Alps (2011) ile muzip, akıl dolu ve çarpıcı bir sinema anlayışını olduğunu işlediğini sezdirmişti. Sonunda bu sene sezgilerimizde yanılmadığımızı anladık. Zira, The Lobster (2015), başarılı yönetmenin filmografisinde doruk noktası olarak yerini aldı. 2015 Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü kazanan film, ilerleyen yıllarda kült sıfatını elde edebileceği birçok özelliğe barındırıyor. Bu baş döndürücü özelliklerse film boyunca izleyenin heyecanını boğazına dek çıkarıp, perde kararana dek seyirciye yorucu bir deneyim yaşatıyor.
Genele hâkim olan sabit plan çekimlerden biriyle başlayan film, daha ilk sekansta devamının karanlık ilerleyeceği izlenimini veriyor. Yönetmeninin ele aldığı konu ve altmetnin zenginliği, karanlık ve distopik bir evrenle karşı karşıya olduğumuzun en büyük göstergesi. Fakat yönetmen, âdeta mizahi bir Haneke marifetiyle kurguladığı filmiyle, dram ve komedinin tezatlığını ustalıkla harmanlıyor.
Film; otel ziyareti, yalnız-gezenler ve firar olarak üç bölüme ayrılabilir. Giriş bölümünü oluşturan kısımda, ziyaretçilerine romantik bir eş bulmaları koşulunu dayatan bir otele yerleşen David’in (Colin Farrell) bu ortama adım atmasıyla yönetmen de absürt durumların yaşanacağını izleyicilere göstermeye başlıyor. Karakterlerin üzerindeki donukluk, hissizlik ve duygu yoksunluğu, filmin geçtiği dünyanın koşullarını oluşturuyor. Zaman zaman Jens Lien’in The Bothersome Man (2006) adlı filmini hatırlatan insan hâllerinin, aslında modern zaman bireyinin çektiği sıkıntıları yansıttığını söylemekte gecikmiyoruz. Filmdeki çarpıcı olayların ilk ilmiğini atan otel ve otelin ziyaretçilerine dayattığı koşullar, içinde bulunduğumuz sistemin ve çevrenin evlilik temelinde bizi nasıl şekillendirdiğini gösteriyor. Otel ziyaretçileri orada kaldıkları süre boyunca bir eş bulmak zorundalar ki bu eş tercihlerini de girişleri sırasında kendileri belirliyorlar. Örneğin ziyaretçi, eşcinsel bir ilişki yaşamak istediğini, buna göre bir eş bulma niyetinde olduğunu görevliye kaydı sırasında söyleyebiliyor. Böylece hikâye içerisinde, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki ‘Soma’ haplarıyla oynanan seks oyununa benzer bir mizansen yaşanıyor.
David’in otel ziyareti sırasında seyirciler olarak yaşanan bütün absürtlüklere şahit olurken, yönetmenin sarsıcı sahnelerin ardından düzenli olarak yerleştirdiği komedi sahnelerinde rahat bir nefes alabiliyoruz. Örneğin otel ziyaretçileri kurallar gereği mastürbasyon yapıp kendi tatminlerini sağlayamıyorlar. Eş bulamayıp cinselliğe olan ilgilerinin kaybolmaması için de otel görevlileri tarafından tahrik ediliyorlar. Kapitalist modern dünyadan sıkılıp kaçmak isteyen bireylerin tekrar sistemin kucağına düşmesi gibi, otel ziyaretçileri de cinselliğe olan ilgilerini kaybedip bu sistemin dışına çıkamıyorlar. Çünkü hepsi büyük biraderin kıskacındalar. Yönetmenin bu gibi sahneleri komediyle harmanlaması, ağlanacak hâlimize güldüğümüz bir vaziyette olduğumuzu hatırlatıyor.
Otel yönetimi düzenli olarak ziyaretçilerine duygusal bir eş bulmalarının iyi olduğunu salık veren propagandalar sahneliyor. Zira evlilik müessesesi, çoğu toplumda bir aile kurmak için en gerekli şart olarak görülüyor. Evlilik dışı ilişkiler her zaman toplum baskısına maruz kalıyor ve bu kişilere burun kıvrılıyor. Bu noktada otel yönetiminin, empoze etmek istediği mesajları işlerken ortaya koyduğu motiflerin sayıca çokluğu, yalnız kişinin muhtaçlığını ve eşi olmayan kadınların her türlü fenalıklara (taciz, tecavüz vb.) maruz kalacaklarını gösteriyor. Otelin vaat ettikleri ve bu vaatlere ulaşanlar, ziyaretçiler için bir rol model oluşturuyor.
Günümüz dünyasında ünlü kişiler arasında bile evlilik dışı ilişkilerin yaşanması, onları bir rol model olmaktan çıkartır ve aileler çocuklarını o kişileri örnek almaktan alıkoyar. Böylece sistemin oyuncağı olan ve medyanın rol model olarak dikte ettirdiği ünlü ve popüler kişiler, bağlı bulundukları sistemin işleyişini aksatmaya başlarlar. Tıpkı filmde olduğu gibi bu sistemi temsil eden ve sistemin bekası olan otel, toplumun iplerini tutabilmek için evliliği, ulaşılması gereken cazip ve kutsal bir obje olarak kurguluyor. Hatta otel yönetimi romantik ilişkilere adım atan ziyaretçilerin düzenlerinin aksamaması için de ilişkileri boyunca, sıkıntı yaşadıkları takdirde onlara birer çocuk temin edeceğini söylüyor. Eğer ziyaretçiler kaldıkları süre boyunca bir eş bulamazlarsa diledikleri bir hayvana dönüşüp vahşi doğaya salınıyorlar. Gregor Samsa’nın hamamböceğine dönüşüp çevresindekilerin dehşetli bakışlarına maruz kalmasının aksine, filmde dönüşüm geçirenler arzu ettikleri hayvanın hâlini alıyorlar. Bu durumda David yüzmeyi sevmesinden dolayı bir ıstakoza dönüşmeyi seçiyor.
Yorgos Lanthimos, sanayi toplumundan sonra büyük ülkelerin yeni kaynaklar aramasını ve üçüncü dünya ülkelerini sömürmesini, bunun sonucunda da dünyanın bir kısmını uygarlıktan(!) mahrum bırakarak büyük bir açgözlülük imparatorluğu kurmasını filmin alt metninin odağına koyuyor. Oluşturduğu evrenin aslında günümüz dünyası olduğunu kulağımıza fısıldıyor. Örneğin otel ziyaretçileri, günlük gerçekleştirdikleri yalnız-gezen avlama zamanlarında, avladıkları kişi kadar fazladan konaklama günü kazanıyorlar. Böylece sistemin vaat ettiği mutlu evliliğe, teknede balayına ve en sonunda modern şehirde kuracakları özgür bir hayata kavuşma hayaline, kazandıkları ekstra günlerle daha da yaklaşıyorlar. Kapitalist sistemde olduğu gibi köşeye sıkışmış bireyin, başkasının sırtına basarak kendi amaçlarını gerçekleştirme olayı, otel ziyaretçileri ve yalnız-gezenler arasında vuku buluyor.
Fıtratının dışına çıkarak kendisine bir eş bulduğuna ikna olan David, ilerleyen günlerde bu ilişkiye uyum sağlamayı beceremeyerek, yaşadığı büyük bir yıkımın ertesinde de otelden kaçarak direniş grubuna katılıyor. Böylece filmin yalnız-gezenler ekseninde ilerleyen gelişme bölümü başlıyor.
Yalnız-gezenler, sistemin dikte ettiği romantik eş bulma konusuna karşı durup, sisteme uymayan insanların hayvana dönüştürülüp salındıkları vahşi doğada direniş gösteriyorlar. Hatta bu direniş grubunun bünyesinde de topluluğun kendi kuralları oluşuyor, üyeler arasında ilişki yaşayanlara ağır cezalar verilmeye başlanıyor. Yalnız-gezenleri tanıdıkça direniş grubu üyelerinin bireysel insanlar olduğunu görüyoruz. Cinsel tatminlerini bile mastürbasyon yapıp sağlıyor, elektronik müzik dinleyerek tek başlarına eğleniyorlar. Modern zamanın New York, Paris, Tokyo gibi büyük metropol insanlarının durumunu betimleyen yalnız-gezenler, aslında aydınlanmış insanın da içler acısı hâlini gözler önüne seriyor. Her ne kadar sistemin dışında kalmak istese de bireyselliğe yenik düşüp yalnızlaşan insan, Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin ilk iki basamağına dahi direniş göstererek kendi hayatını münzevi hayata dönüştürüyor. Üstelik içinde bulunduğu gruplardaki kokuşmuşluklar da aslında baş koyduğu bu yolun kara delik gibi her şeyi yutarak sisteme yenik düştüğünü gösteriyor.
Bireyin, günümüz dünyasında başarılı olması için bariz şekilde toplum baskısına boyun eğmesi gerekiyor. Oteldeki ziyaretçilerin, birbirlerinin yaşam tarzlarına ve alışkanlıklarına uymak için gösterdikleri gülünç sahtekârlıklar, şehir insanlarının incir çekirdeğini doldurmayacak önemsiz sohbetleri artık ne kadar da içi boş modern bir zamanın yaşandığını gösteriyor. Üstelik şöyle durup çevremize baktığımızda, aslında bunların bizi çepeçevre saran gerçeklikler olduğuna şahit olmak filmi daha da vurucu yapıyor. Filmde bütün yaşananlar sistemin devamlılığını sağlamak için yapılan bir tiyatro gösterisi gibi. Yönetmenin bu hissi aşılamak için Trier’in Dogville’de (2003) oluşturduğu tiyatro sahnesinin aksine, distopik dünyada yaşananlara eşlik eden bir anlatıcıya ve tiyatral havaya yer vermesi de bunu görünür kılıyor. Lars Von Trier’in Dogville filmi boyunca sahnede yaşananları dile getiren dış anlatıcısına benzer bir anlatıcı bu filmde de aynı formülle uygulanmış. Senaryonun ilerlemesiyle de bu anlatıcının aslında filmin dönüm noktası olan bir karaktere ait olduğunu öğreniyoruz.
Diğer yandan devrim grubunun insanları aslında bu direnişin de kokuşmuş bir hâl aldığını fark etmeden, körü körüne liderlerinin peşinden gidiyorlar. Murat Uyurkulak’ın, ‘’Devrim bir ihtimaldi ve çok güzeldi.’’ sözünü hatırlayarak hepsinin içinde bulunan korku ve bastırılmışlık hâllerine şahit oluyoruz. Yalnız-gezenler devriminin lideri de Stalin gibi despot, totaliter ve korkakça bir yönetim sergiliyor. Manipüle oyunlarının en büyüğü olarak kendisini kör ettiğini söylediği Miyop Kız karakterinin (Rachel Weisz) karşısına, kendisiymiş gibi direnişe katılan eski otel çalışanını sürüyor. Böylece karşısındaki kişinin haberi olmadan adeta kendisi mücadele etmiş gibi hissettiriyor. Nihayetindeyse ölüp tekrar dirildiğini ve yenilmez bir lider olduğunu direniş üyelerine gösteriyor. (Orwell’ın 1984’te bahsettiği yönetim, otel içerisinde; Hayvan Çiftliği’nde anlattığı direniş ise yalnız-gezenler arasında vuku bulmaktadır. Zaten bir sahnede yalnız-gezenlerin yanına yaklaşan domuz da bu durumu bir kez daha hatırlamamız için görevini yerine getirir.)
The Lobster, Yorgos Lanthimos’un Dogtooth ile başlattığı ve Alexandros Avranas’ın Miss Violance (2013) ile devam ettirdiği çarpıcı ve keskin Yunan sinemasının doruk noktası olarak yerini alıyor. Yönetmenin tercih ettiği retorik anlatım ve alaycılık nedeniyle filmde bolca bulunan metaforlar, izleyenler için zaman zaman yorucu hâle gelerek filmin temposunu aksatabiliyor. Fakat mizahi anlatım bu noktalarda bir parça kurtarıcı olarak izleyicinin dikkatini tekrar topluyor. Film boyunca anlatılanların zaten hâli hazırda önceden işlenmiş olan konular olduğunu söyleyebiliriz. Belki de söylenenler, bir kez daha sistemin büyüklüğü karşısında eriyip gidecektir. İşte yönetmen bu açmaza alaycı diliyle yanıt vermiş gözüküyor. Yalnız-gezenler sahnesinde David ve Miyop Kız’ın dinledikleri şarkıda Nick Cave’in söylediği “Tüm güzellikler ölmeli.’’ sözünü hatırlayan muzip seyirciler, filmin sonunda da ucu açık bırakılan durumun aslında nasıl sonuçlandığını az çok tahmin edecektir. Ne de olsa hepimiz büyük biraderin kıskacında yaşam mücadelesi vermeye çalışan bir ıstakoz gibiyiz. Kurtuluş ihtimalimiz ise kendi kıskacımızı nasıl keskinleştireceğimize bağlı.
Çok başarılı bir kritik olmuş. Emeğinize kaleminize sağlık.