Bu yıl !f İstanbul kapsamında izleyiciyle buluşan LGBT temalı yapımlar, gerek konuya bakış açıları, gerek muhteşem oyunculukları, gerekse eğlenceli ve klişeden uzak, düşünce üreten yönleriyle izlenmeye değer gözüküyorlar. Onlardan, tamamının iPhone kamerası ile çekilmiş olması yönüyle ayrılan Tangerine (2015), ABD’li yönetmen Sean Baker’ın geniş bir zamana yaydığı muazzam bir emeğin sonucu. Yönetmenin diyalogları yazıp mekânları tasarlarken bizzat trans bireylerle vakit geçirip onların dünyasıyla haşır neşir olduğunu, filmin tamamına hâkim olan argo diyalogların bu zorlu mesailerin ardından çıktığını ve filmin doğallığına katkı sağladığını söyleyelim.
Filmin ana kahramanı transseksüel Sin-Dee, uyuşturucu suçuyla girdiği hapishaneden çıkınca, yokluğunda erkek arkadaşı Chester’ın kendisini bir “kadınla” aldattığını, en yakın transseksüel arkadaşı Alexandra’dan öğrenir. Şimdi Sin-Dee’nin Chester’ı bulup hesap sorması gerekmektedir. Alexandra’nın ona yardım etmek için tek koşulu, olay çıkarmamasını istemek olur. Zira Sin-Dee son derece hiperaktif, agresif, fevri davranabilen, ama yine de kıyılamayacak kadar çok sevilen, “harbi” bir arkadaştır. Ancak Alexandra’nın elini çabuk tutması gerekir çünkü o gün Noel’dir ve gece vereceği konser, onun için paha biçilemez bir fırsattır.
Ağır tempolu elektronik müziklerin eşlik ettiği sarı görüntülerle, “güzelliklerle dolu bir yalan” olarak tanımlanan Los Angeles’da, seks işçiliğine ve çok kültürlülüğe uzanan Chester’ı bulma yolculuğu, bir telefon kamerasından perdeye yansır. Tangerine, bir güne sığan çok renkli hikâyesiyle bizleri Los Angeles sokaklarına dâhil eder. Sin-Dee ve Alexandra’nın macerasına ek olarak paralel kurguyla gördüğümüz, bir süre sonra yolu ikiliyle kesişecek olan Ermeni taksici Razmik ise, diğer Ermeni taksicilerle birlikte şehrin bir başka keskin rengini oluşturur.
Temelde ayrımcılığa ve ötekileştirmeye değinen Tangerine, bir mandalina sarılığında kurduğu kadrajlarıyla Batı’da, Batılı olamayanların hayatlarına eğilir. Sin-Dee ve Alexandra’ya göre siyahiler, kendisini Lil Wayne sanan, kaykay yapan, birbirlerine benzeyen düz kişilerdir. Ya da Razmik’in taksisine binen ve onu daha önce karşılaştığı, mücevherleri olan bir Ermeni gibi zanneden müşteri, toplumsal yargıların ve ırklara göre insanlara yapıştırılan etiketlerin bariz birer örneğini oluştururlar.
Bir belgesel edasıyla hareketli kurguyu destekleyen tekno müzikler ve hareketli kamera kullanımı, Batı’da steril bir ortam yaratmak yerine her türlü pisliği, mide bulantısını ve kirliliği, o karmaşa içinde yüzen insanları cımbızlayarak verir. Komediyle karışık bir dram diyebileceğimiz film, absürtlüğün ise asıl gerçeklik olduğunu vurgular.
Bir yandan Sin-Dee ile birlikte Chester’ı ararken diğer yandan kendi gösteri biletlerini dağıtan Alexandra, bu zor gününde en yakın arkadaşının yanında olmayı elbette ister ama öte yandan kendi arzularının da peşinden koşması gerekir. Sin-Dee iyice raydan çıkıncaysa onu yalnız bırakır. Polis, randevu evleri, seks işçileri, translar ve sivil halk arasında ilerleyen film, Sin-Dee’nin, erkek arkadaşının kendisini aldattığı Dinah’yı bulmasıyla boyut değiştirir ve zaten hareketli başlayan filme yeni bir aksiyon eklenir.
Gündüz benzinlikte taksisini yıkatırken köpüklü yıkama fırçalarının arasında oral seks yapan Razmik, akşam olunca eşi, çocuğu, kayınvalidesi ve misafirlerinin kendisini övgülerle beklediği “aile” evine döner. Aklıysa o gece Alexandra’nın yapacağı gösteride kalır. Ancak Amerika’nın Noel’i, Amerikalı olmayanlar için yeni bir iş günü demektir. Dinah’yı bir randevu evinden alıp yaka paça peşinden sürükleyen Sin-Dee, en yakın arkadaşının gösterisini de kaçırmak istemez. Razmik ise işe çıkması gerektiğini söyleyip evden ayrılınca kayınvalidesi, misafirlerin yanında küçük düştüğü için bu duruma tepki gösterir. Vakit ilerleyince de bir taksiye atlayıp Razmik’in peşine düşer.
Alexandra’nın buzdan hayallerine, yalnızca Sin-Dee, Sin-Dee’nin şu anlık kölesi olan Dinah ve birkaç bar müdavimi eşlik eder. Şimdi onlar Chester’ı bulmak, Razmik onlara ulaşmak, kayınvalide de Razmik’ten hesap sormak için donut dükkânına doğru yol almaktadır. Filmin başından beri adı geçen, son çeyrekte ortaya çıkan Chester, Sin-Dee’yi türlü laf oyunlarıyla sevdiğine ikna edip Dinah’yı devre dışı bırakabilecek, Razmik aile üyeleriyle yüzleşip yaşadığı çelişkili hayatı onlara açıklayabilecek midir? Farklı hayatlarının “bir şekilde” kesiştiği yer, Amerikan donut dükkânı olur. Chester dışında her biri dükkânda eğreti duran bu farklı kültürdeki insanlar, aslında Los Angeles şehrinin nüfus yapısını da özetlerler. Bir donut dükkânına sıkışıp kalan, hayatlarını kazanma derdinde olan bu insanların tümü, inandıkları uğruna mücadele verirken suçüstü yakalanır, suçlu ilan edilirler.
Son düzlükte arkadaşlık ve güven ilişkilerini de sorgulaması gereken Sin-Dee, yokluğunda, Alexandra’nın da yaptığı bir hatayı öğrenir. Özürlerini umursamadan yolda en özgüvenli, en kendinden emin tavrıyla, ardına bakmadan yürürken, yanından geçen bir grup gencin üzerine attığı bir bardak idrarla tüm görkemini kaybeder. Filmin başından beri hayranlıkla izlediğimiz Sin-Dee, rengârenk bir şeker gibi bir avuç suda eriyip gider. Herkes geride kalırken Sin-Dee’nin yanında yine en yakın arkadaşı; tüm maskeler düşerken ise elimizde dostluk bâki kalır.
Seks işçileri, çalışmak için şehrin görünür alanlarında bulunmak zorunda oldukları, bu sebeple dikkat çekip göze battıkları için şiddete maruz kalsalar da, Los Angeles, İstanbul’dan daha demokratik ve özgür bir şehir olduğu gerçeğiyle akılda kalır. Los Angeles’da bu sene açılan bir ajansın, yalnızca transseksüel modellere kapılarını açacağı duyurulmuştu. Aslında onları reklam ve high fashion’larda kullanarak normalleştirmeye çalışan, görülür olmalarını sıradanlaştırarak topluma katılmalarına ve öteki olmaktan sıyrılmalarına hizmet eden bu hareket, onur yürüyüşünün bir panayır havasıyla yaşandığı, coşkuyla kutlandığı bir şehir olan Los Angeles için yeni bir durum değil. Tangerine, bu anlamda ABD’li yönetmen Sean Baker’ın kendi ülke sinemasına değil, özgür olamayan ülkelerin sansürlü sanat anlayışına örnek olması gereken bir yapım. Gerçekten trans olan ve kendi dünyalarını perdede görünür kılan oyuncular Mya Taylor ve Kitana Kiki Rodriguez ise doğallığın, yaşananların özbeöz oluşunun nişanesiler. Ancak her şeye rağmen Los Angeles’ta yeni bir şey yok. Yaşadığımız coğrafyada görmeye alışma ve bakarak şiddete maruz bırakmama gerekliliği var. Hepimiz için.