Işıklar söndü, perde karardı. Filmin hikâyesi, benim içimde konuşmaya başladı:
Su damlasının ilk tutunduğu topraktır ana yurdu. Bir noktacık dölün can bulduğu, birken bine dönüşüp dertop olduğu, günbegün büyüdüğü duvarlar arasında vaktini tamamlayınca bir zaman güneşin sıcak saçlarını gözüne ilk defa sürdüğü ve ilk defa beyaz ninniyle dudaklarını kavuşturduğu kucaktır. Ana yurdu, dört mevsimi bir demde savuran heybedir, her ananın sırtında. Döl, rahme bir kez düştüğünde ananın düşleri, yavrunun kanına karışmıştır artık; bir başka canın hamurunu bir damla kan ve sütle yoğurur kadın, iki can da aynı kader düğümünde bir olana dek. Böylece ne ana, yavrusundan bir nefes olsun ayrılır ne de yavru, anasının kaderinden kopabilir. İkisi arasındaki mahrem bağ, tek kelimeyle dokunulmazdır. Ne var ki her bedende bir tek can için yer vardır. O yüzden anasının dünyasına sığmaz olur yavru, bir gün bedenindeki bütün bağları koparıp gider. Ve her yakınlıktan önce öğrendiğimiz ilk şey “uzak”tır; çünkü ana yurdu, ayrılığın tadına ilk defa baktığımız yerdir.
Ana Yurdu’nun (2015) rahminde kurgulanan, büyüyen, anlatılan da tadına ilk defa yine burada baktığımız “uzaklaşma” ihtiyacı… Kentlerden, yaşanmışlıklardan, koparılmış bağlardan, kurulmuş düzenlerden olabildiğince uzaklaşmak, bir başka çatının güvenli kollarına sığınmak ihtiyacı… Her ömür saatinde akrebin demir aldığı böyle bir vakit var ki, akrep o vakte uğramadan insanın ömrü tamam olmuş sayılmıyor. Nitekim sıra Nesrin’in uzaklaşma vaktinde. Kocasıyla boşanmalarının ardından yıllardır hayatının bir köşesinde el sürülmeyi bekleyen yarım kalmış bir cümleyi tamamlamaya karar veriyor Nesrin: düşlerindeki romanı yazmaya. Bunun için İstanbul’daki tüm yaşantısı bir kenara bırakıp birkaç parça eşyasıyla ana yurduna, anneannesinin köydeki evine yerleşiyor. Ancak diğer yandan akrep, bir başka ömrün daha uzaklaşma vaktini gösteriyor beklemediği bir anda. Tam yeni bir düzene başlayacağı sırada annesini buluyor karşısında. “Anne yüreği” diyor Halise, bırakabilir mi Nesrin’i tek başına? İlk nefesinden beri can parçasının ona ihtiyacı var; çünkü Halise’nin dilinde Nesrin’in “yavru”dan başka bir adı yok. Nesrin de tahammül etmesi onun için ne kadar zor olsa da ansızın çıkıp gelen annesinin yaptığı, düşündüğü, niyetlendiği her şeyi “Anne yüreği” bahanesiyle sineye çekiyor. Halise’nin sığındığı bu bahane, biraz da kendi uzaklaşma ihtiyacının kılıfı. O da sürdürdüğü yaşantıdan bir nebze olsun sıyrılıp ana yurduna dönmek, içindeki fırtınaları annesinin açtığı kucakta durultmak istiyor. Böylece film boyunca anne olmak ve yavru olmak arasında gelip gidiyor her kadın. Yalnızca bu iki “olmak” mı var peki? Hayır, çok daha fazlası var hem de. Başta kadın olmak, insan olmak, güçlü olmak, hassas olmak, yazar olmak, deli olmak ve konuşmak, taşımak, saklamak, vermek, çabalamak, susmak… Her sahnede bir başka yüzünü gördüğümüz karakterlerdeki bu değişim, Senem Tüzen’in kamerasında adeta nefes alma hızında akıyor. Filmin bu temposu da her şeyi içselleştirmemiz ve bizzat hissetmemiz için bize mümkün olan en doğal zamanı veriyor. Dolayısıyla zorlanmadan, ne geride kalarak ne de sabırsızca takip ediyoruz hikâyenin adımlarını.
Film boyunca duyulan tek müzik, kadının sesi. Kadın; bedeniyle, düşleriyle, düşünceleriyle, suskunluğuyla, diliyle, yani tüm varlığıyla her sahneyi tek başına dolduruyor. Bu bağlamda Ana Yurdu için başlı başına bir kadın filmi demek mümkün; fakat film gösteriminin ardından yönetmen ve oyuncuları da içeren film ekibiyle yaptığımız söyleşide Tüzen, “kadın” ismini filmin önüne bir sıfat olarak yerleştirmek istemediğini söylüyor. Onun nazarında Ana Yurdu, kendisinin de ifade ettiği üzere bir “kadın filmi” değil, “bir kadının filmi”. Yine de filmin kurgusal yapısındaki ayrıntılar, onu kaçınılmaz olarak bir “kadın filmi” yapıyor bana kalırsa. Bunlardan en önemlisi, filmin erkek diline olan kapalılığı. Tıpkı anne rahminin, kendini dış dünyaya kapatışı gibi film, hiçbir erkek karakterin, kadının dünyasına müdahale etmesine izin vermiyor. Evet, erkekler kurgunun kıyısı boyunca konuşuyor, bakıyor, dokunuyor ve hatta kadının içine giriyor; ancak kadının diline hiçbir zaman ulaşamıyor. Yani kadınların konuştuğu kelimelerin karşılığı, onların bildikleri dillere kapalı. Erkeklerin fiziksel ve psikolojik olarak kadına nüfuz etme gücü, bilmedikleri bu kelimeler karşısında onları adeta dünyadan soyutluyor. Dolayısıyla -cinsiyetçi bir ayrımı gözettiğini kastetmemekle birlikte- filmi bu dile aşinalığı olan bir kadın olarak izlemenin çok daha farklı bir anlam katacağını düşünüyorum.
Film boyunca konuşulan dil, kadın dili olunca tüm dikkati de buraya kesmek gerek. Çünkü karakterlerin katman katman örülmüş olan mizaçları, konuştukları dilin ayrıntılarında gizli. Bu özelliğiyle Tüzen, senarist olarak da ortaya son derece zekice bir kurgu dili çıkarmış. Dolayısıyla filmi izlerken kadın dilinin din diliyle, hurafelerin diliyle, insani acıların diliyle; bunun yanında toplumsal kabullerin diliyle, ana diliyle ve suskunluğun diliyle bir araya geldiğinde aynı anda nasıl zayıflıklara ve kudretlere sahip olduğunu takip etmek, filmin satır aralarını okurken oldukça farklı pencereler açacaktır. Film boyunca salonu ağlatırken aynı anda güldüren de dillerin bu ustaca kullanımı olsa gerek.
2004’ten bu yana kısa filmlerin yönetmen koltuğunda gördüğümüz Tüzen’i, 2015’te Adana Altın Koza Film Festivali’nden 31. Varşova Film Festivali’ne kadar ulusal ve uluslararası pek çok dalda aldığı ödülleri hak eden güçlü ve sıkı, ilk uzun metraj filmi Ana Yurdu ile şimdi de 35. İstanbul Film Festivali’nde ağırlıyoruz. Her sahnesinin içinde, aslında adının gömülü olduğu Ana Yurdu belki anne rahmine bir çağrı, yahut rahmin çevrelediği duvarlardan uzaklaşmanın olanaksızlığına bir delildir, ne dersiniz?
Not: Filmin sonunda salonda kopan alkış, sanırım benim gibi herkesin içinden bir anda, sorgulamaksızın geldi. Bir kadına, bir anneye edilecek en güzel teşekkürün ifade ettiği ve film sonrasında oyuncularla yapılan söyleşide Semih Aydın’ın da dile getirdiği gibi, “Ne güzel bir film yapmışsınız, elinize sağlık.”