Kasvetli filmlerden bunalmış olanları buraya alalım. Çünkü bu liste umut ve samimiyet vadediyor. Özellikle son yıllarda izleyenleri kesin bir mutluluğa götürmeyi amaç edinmiş filmlerle daha sık karşılaşmaya başladık. Halk arasındaki adıyla “feel good movies” son dönemin en popüler türlerinden biri. Hâl böyle olunca yapımcılar, tebessümü de beraberinde getiren bu filmlere ağırlık vermeye başladı. Ancak, arz-talep dengesini karşılamak için üretilen niteliksiz eserler bu türün şüphesiz en büyük handikapı. Pekâla bu türün en güzel örneklerine hep beraber göz atmaya ne dersiniz? İzlendikçe insana yaşama sevinci aşılayan, hayatın güzel taraflarını ortaya çıkarmayı amaç edinmiş, kısacası kendinizi iyi hissetmenize olanak sağlayan en iyi filmleri sizler için derledik, gelin bakın aşağıda kimler var!
About Time (2013, Richard Curtis)
Rachel McAdams’ın güzelliği ile arz-ı endam ettiği About Time, hem zamanda yolculuk temasını sevenler için ilgi uyandırıyor hem de eğlenceli tarzıyla fark yaratıyor. Tim (Domhnall Gleeson) ailesinin erkeklerine has bir özellikle, sadece geçmişe yolculuk yapabilen bir adamdır. Yeni bir hayat kurmak için uğraş verdiği yıllarda, karşısına çıkan Mary’e (Rachel McAdams) âşık olmuştur ve onunla güzel bir gelecek kurabilmek için zamanda yolculuğa ihtiyaç duymaktadır. Tim’in zamanda yolculuk serüvenleri hem eğlenceli anlara sahne olacak hem de bu ikilinin hayata ve aşka dair yaşadıkları, umut dolu bir öykünün önümüze gelmesine olanak sağlayacaktır.
The Royal Tenenbaums (2001, Wes Anderson)
The Royal Tenenbaums rengârenk filmleriyle tanıdığımız Wes Anderson’ın en masalsı işlerinden biri. Tenenbaums ailesinin reisi Royal’ın, ailesini geri kazanmak için yıllar sonra geri dönmesi trajikomik olayları da beraberinde getirir. Bu ilginç ailenin tekrar bir araya gelmek için geçtiği meşakkatli yol, izleyenlere adeta bir kitap tadı veriyor. Gene Hackman, Ben Stiller, Luke Wilson, Bill Murray gibi isimlerin başrollerinde yer aldığı film, bir an olsun tebessümü yüzlerden eksik etmeyen yapısıyla fark yaratabilmeyi başarıyor.
Little Miss Sunshine (2006, Jonathan Dayton, Valerie Faris)
Amerikan bağımsız sinemasının son yıllardaki en somut örneklerinden biri olan Little Miss Sunshine, henüz afişinden sımsıcak bir hikâye servis edeceğinin sinyallerini veren bir film. Ailenin küçük kızı olan Oliver’ın (Abigail Breslin) katılacağı yarışma için, ülkenin bir ucundan diğer ucuna eski tip karavanlarıyla seyahat etmek zorunda kalan Hoover ailesinin başından geçen ilginç olaylar, hikâyenin çıkış noktasını oluşturuyor. Bu yolculuk esnasında, her bir aile ferdini daha yakından tanıyıp sürprizlerle dolu finale doğru yavaş yavaş yaklaşıyoruz. Bir yol komedisi olarak da ifade edebileceğimiz film, son yılların en çok ilgi çeken filmleri arasında yer alıyor.
Hokkabaz (2006, Cem Yılmaz, Ali Taner Baltacı)
İskender(Cem Yılmaz) ve Maradona (Tuna Orhan) sihirbazlık yaparak hayatlarını idame ettiren iki yakın arkadaştır. Yaşadıkları olaylar neticesinde Türkiye turnesine çıkmaya karar veren ikili, kalacak yer bulma konusunda sıkıntı çeker. Bunun üzerine İskender’in ablasından karavanı istemesi, babası Sait Tünaydın’ı (Mazhar Alanson) da onların bu macerasına ortak eder. İlk durak olan Çanakkale’de işlerin iyice karışması, seyir zevki yüksek bir hikâyenin önümüze gelmesine olanak sağlar. A’dan Z’ye Cem Yılmaz’ın naif tarafının simgesi olan Hokkabaz, sinemamızın en samimi yapımlarından biri olarak dikkat çekiyor.
Midnight in Paris (2011, Woody Allen)
Woody Allen’ın yönetmenliğini yaptığı Midnight in Paris, izleyenleri büyülü Paris sokaklarına götürüyor. Bir yazar olan Gil (Owen Wilson), nişanlısı ve onun ailesinden sıkıldığı bir akşam tek başına Paris sokaklarını keşfe çıkar. Ancak onun bu keşfi, onu bir anda günümüzden 1920’lerin Paris’ine götürür. Burada Salvador Dali, Ernest Hemingway ve daha nice ünlü isimle karşılaşır. Artık Gil gerçeküstü bir maceranın başkarakteridir. Woody Allen’ın zengin filmografisinin son dönemde en çok merak uyandıran filmlerinden olan Midnigt in Paris, sıcak yapısı ve sihirli atmosferi ile hayranlık uyandırıyor.
Im Juli (2000, Fatih Akın)
Almanya doğumlu Fatih Akın’ın ikinci uzun metrajı olan Im Juli, çılgın bir yol macerası olarak öne çıkan bir film. Kendi hâlinde, içine kapanık bir stajyer öğretmen olan Daniel’ın (Moritz Bleibtreu), hayatının aşkına kavuşmak için Hamburg’tan İstanbul’a doğru yola çıkması, onu bilinmezlerle dolu bir maceranın ortasına bırakır. Daniel bu macerasında hem kendini keşfedecek, hem de gerçek aşka giden yolda emin adımlar atacaktır. Hikâye bir yandan bizi İstanbul’a doğru götürürken, bir yandan da eğlenceyi had safhada tutabilmeyi başarıyor. Bir yol hikâyesinden daha fazlası olan Im Juli, adının hakkını sonuna kadar verip, temmuz ayını doruk noktasında hissettiriyor.
Groundhog Day (1993, Harold Ramis)
Her gün, aynı güne tekrar uyanmak nasıl bir his olabilir? Bir hava durumu spikeri olan Phil (Bill Murray), Punxsutawney kasabasındaki geleneksel Groundhog Day günleri ile ilgili haber yapması için buraya gönderilir. Ancak onun bu kasabadaki 2 Şubat günü bir kâbusa dönecek, her gün yeniden 2 Şubat sabahına uyanmak durumunda kalacaktır. Başta tamamen bir sıkışmışlık hissine kapılan Phil, krizi fırsata çevirebilmeyi başarıp uzun süredir açılmak istediği Rita ile daha yakın ilişkiler kurar. Bir Hollywood klasiği olan Groundhog Day, farklı senaryosu ve Bill Murray’in etkileyici oyunculuğu ile izleyenlere mükemmel bir komedi örneği sunuyor.
The Terminal (2004, Steven Spielberg)
Dilini dahi bilmediğiniz bir ülkede, havaalanına sıkışıp kalsanız ne yapardınız? Bu ilginç sorunun altından filizlenen The Terminal, babasının yarım bıraktığı bir amaç uğruna Amerika’ya gelen Victor Navorski’nin (Tom Hanks) başından geçen trajikomik olayları konu alıyor. Victor’un yavaş yavaş terminalde hayatta kalmayı öğrenmesi, İngilizce ile imtihanı ve tabii ki aşkının peşinden gidişi, filmin içindeki ana başlıkları oluşturuyor. Yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı The Terminal, Tom Hanks’in olağanüstü oyunculuğu ile birlikte seyir zevki yüksek bir hâl alıyor.
Intouchables (2011, Olivier Nakache, Eric Toledano)
Fransız sinemasının son dönemdeki en ilgi çeken örneklerinden olan Intouchables tam bir dostluk hikâyesi. Boyundan aşağısı felç olan Phillippe (François Cluzet) varlıklı bir adamdır. Ona bakıcılık yapmak için cezaevinden yeni çıkmış Driss’i (Omar Sy) işe alması, en başta yadırgansa da sonunda bu, büyük bir dostluğun başlangıcı olacaktır. Kısa zamanda birbirlerini etkileyecek ve adeta yol arkadaşı olacak bu ikili, izleyenlere sımsıcak bir arkadaşlık hikâyesi anlatıyor.
Her Şey Çok Güzel Olacak (1998, Ömer Vargı)
Cem Yılmaz’ın ilk oyunculuk ve senaryo tecrübesini yaşadığı Her Şey Çok Güzel Olacak, adının vadettiği gibi bir umuda yolculuk hikâyesi. Altan’ın (Cem Yılmaz) hayattaki tek gayesi, hayalini kurduğu barı açmaktır. Bu sayede yaşamının düzene gireceğini, karısı ile olan ilişkisinin düzeleceğini düşünmektedir. Bir ilaç deposunda çalışan abisi Nuri (Mazhar Alanson) ile yıllar sonra karşılaşması, onu bar açma fikrine bir adım daha yaklaştırır. Altan ve Nuri Çamlı kardeşler, hiç beklemedikleri anda kendilerini buldukları karmaşık olaylar silsilesinden ise “her şey çok güzel olacak” mottosuyla kurtulmaya çalışırlar. Yönetmenliğini Ömer Vargı’nın yaptığı film, aradan geçen yıllara rağmen hâlâ Cem Yılmaz’ın filmografisinin en değerli filmlerinden biri olarak öne çıkıyor.
Amelie (2001, Jean-Pierre Jeunet)
Sinemanın en özel kadınlarından olan Amelie’nin dünyasına göz atmaya ne dersiniz? Yalnız başına hayatını sürdürmeye çalışan Amelie’nin bir gün evinde gizlenmiş bir şekilde bulduğu kutuyla hayatı tamamen değişir. Kutunun sahibini bulmak için çıktığı macera, onu hiç beklemediği noktalara götürecektir. Özellikle soundtrack listesi sayesinde herkesin bir şekilde tanıştığı Amelie, Fransız sinemasının adeta başyapıt niteliğindeki işlerinden biri. Yönetmenliğini Jean-Pierre Jeunet’nin yaptığı film, rengârenk havasıyla izleyen herkeste farklı bir tat bırakmayı başarıyor.
The Breakfast Club (1985, John Hughes)
Karakter olarak birbirinin tamamen zıttı beş liseli, cezalı oldukları bir cumartesi gününü okulda geçirmek zorunda kalırlar. Bir yandan onları disipline etmek için uğraşan okul müdürü ile uğraşırlarken, bir yandan da bu beş zıt karakter birbirlerinin ortak yönlerini keşfedecektir. The Breakfast Club gerek hikâyesi, gerek anlatılış tarzı ile Hollywood’un en içten filmlerinden biri. Yönetmenliğini John Hughes’in yaptığı film, bir lise kütüphanesinden çıkıp her yaş grubuna hitap edebilen, adeta insanın içine işleyen yapısıyla fark yaratıyor.
Polat Öziş
Böyle bir listede nasıl olur da Frances Ha olmaz 🙂
Ne kadar böyle bi liste yaparken kimsenin aklına gelmeyecek filmler………