Yas; kimi zaman çığlık, kimi zamansa sessiz bir ağıt. Victor Hugo’nun, “Çocuğunu kaybeden bir anne için her gün ilk gündür; bu ıstırap ihtiyarlamaz.” sözünden hareketle, Türkiye’nin yedi bölgesinden, evladını kaybetmiş yedi direnen annenin hayatına sessiz bir tanıklık O’nsuz (2015). Tüm engellemelere, sansüre ve bulunamayan desteğe rağmen sesini duyurmaya çalışan filmin yönetmeni Ufuk Erden ile film üzerine söyleştik. Hem O’nsuz’un yapım sürecinden bahsettik hem de sinemamızı ele geçiren sansür mekanizmasından kurtuluşa dair bir umudun peşine düştük. Keyifle okumanız dileğiyle…
“ProletarYApım” ile başlayalım. ‘Kendi sanatınızı yapmak’ amacıyla bir araya gelip var ettiğiniz bu oluşumun serüveni nedir?
2008’de bir kısa film çekmiştim. Yolda yürürken kâğıt toplayan bir adamı görmüş, adamın yalnızlığını düşünüp bir proje yapmaya karar vermiştim. Sinemaya dair bir bilgim yoktu. “Bunun bir hikâyesi olmalı!” derken araştırmaya başladım ve o projenin çekiminden sonra “Ben sinemacı olacağım.” dedim. Askerlik dönüşü, 2011’de, bir oluşum kuralım dedik ve ProletarYApım’ı kurduk. Atıf Yılmaz Kısa Film Festivali’nde, Vicdan Filmleri Festivali’nde ödüller aldık, İstanbul Kısa Film Festivali’ne seçildik. Bu zamana kadar on iki kısa film yaptık, çoğu politik. Ben politik, yani daha sert filmler çekiyorum, bir başka arkadaşım ise yine toplumsal ama sert olmayan filmler yapıyor.
Politik ve toplumsal bir çizginizin olduğunu söyleyebiliriz o hâlde.
Aynen öyle. Sivas Katliamı, kapitalizm, sistem eleştirisi ile ilgili filmlerimiz var. Organ bağışına farkındalık yaratmak isteyen bir projemiz de oldu.
O’nsuz’a geçmeden önce biraz Yeni Türkiye Sineması dediğimiz başlıktan konuşmak isterim. Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, İlksen Başarır, Hakkı Kurtuluş, Yeşim Ustaoğlu gibi isimlerin içinde bulunduğu Yeni Türkiye Sineması, genel olarak bireysel dertler üzerinden büyüyüp genişliyor. Belki siz de bireysel bir sinemayla derdinizi anlatsaydınız, film politik olduğu için sansüre maruz kalmayacak, ortaya koyduğunuz durumu daha rahat şekilde geniş kitlelere ulaştırabilecek, bu kadar büyük bir gösterim sıkıntısı yaşamayacaktınız. Ama siz bunu tercih etmiyorsunuz. Gerçekçilikten vazgeçmiyorsunuz, sembolizme kaymıyorsunuz. Bu bilinçli tercihin asıl sebebi nedir?
Bu insanlara saygı duyuyorum tabii ki. Ancak ben, büyüteçle bakınca politiğe değindiği belli olan, ucundan kenarından politik olduğu anlaşılan filmler yapmayı tercih etmiyorum şahsen. Bence filmin çizgisi net olmalı. Sansür olacaksa da göğüs gerilmeli. Öyle kapalı filmler de olmalı, gişe filmleri de olmalı ama bizim gibi kendisini bodoslama ifade eden yönetmenlerin de olması lazım diye düşünüyorum.
Peki ‘kendisini bodoslama ifade eden’ yönetmenlerin az olmasının sebebi bu tavrın cesaret istemesi mi, yoksa sinema sanatından uzak görülmesi mi?
Bence cesaret istemesi. Çünkü dışarıda konuştuğun zaman senin söylediklerinle birebir aynı görüşe sahip insanlar var. Film yapmak zahmetli bir iş. O yüzden insanlar fişlenmek istemiyor, ki bu haklı bir tavır bence. Bugüne kadar yedi proje gönderdim Kültür Bakanlığı’na. Bu kadar politik olmamalarına rağmen sürekli veto yedik. Fişlenmemenin gerekli olduğu bir sistem var ve insanların hayatını idame ettirmesi gerekiyor. Ben şimdi özel bir şirkette çalışıyorum, sabah dokuz akşam altı şeklinde. Oradan aldığım parayla hayatımı idame ettiriyorum. Sadece sinema yapıyor olsaydım, ben de yaşayamazdım muhtemelen.
Özcan Alper var mesela son dönemde politik sinemada sivrilen. O bile tavrını koruyup yeri gelince çekilemedi. Saygı duymak gerekiyor. “Sansür varsa çekeceksin filmini!” diyor seyirci. “2015’te İstanbul Film Festivali’nin sansürü vardı, bu sene neden yolluyorsun?” şeklinde tepkiler geliyor. Orada toplu hareket edilmişti, belki Türk sinema tarihinin en iyi örgütlenmesiydi. Ancak çok değil, bir yıl sonra durum çok değişti. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi. Ne sinemacılar ne festivaller ne de devlet hiçbir adım atmadı. Şimdi tüm festivaller eser işletme belgesini istiyor. Bir birlik, örgütlenme olmadığı için mecburen belgeye başvurup devlet mekanizmasından, yani sansüründen geçersen yarışıyorsun. Biz bağımsız sinemacılar olarak kendimizi göstermek zorundayız. Bu boyutu da düşünmeleri lazım insanların. Festival, sinemacının en önemli mecrası. Festival izleyicileri çok önemli. Sansürsüz bir sinema isteniyorsa sinemacılar, dernekler, örgütler, festivaller birlikte hareket edip devlete “Bakın sinema olmazsa festivallerde olmaz, sansürden vazgeçin.” demeli.
Festival izleyicileri önemli elbette, ama son dönemde sırf festivalde bulunmuş olmak için festivale giden bir kalabalık da var. Bazen bu da çok doğru bir ulaşım alanı olamıyor politik filmler için…
Aslında doğru ama benim de bildiğim bir sürü festival sinefilleri var. O insanlara ulaşmak çok önemli. Zaten filmi duyan, fikri bilen ilgi gösteriyor hemen. Bize sayfadan mesaj yazıyorlar bazen çok şaşırıyorum. İnsan motive oluyor. “Bu insan bizim filmimize nasıl ulaştı?” diyorsun. Amerika’daki Bostonbullular Derneği ulaştı mesela bize. Filmi göstermek istediklerini söylediler. Yani ulaşmak isteyen aslında ulaşıyor bir şekilde. Bizim tek amacımız annelerin acılarını göstermek, maddi bir beklentiye girmeden.
Filmin çekimleri ne kadar sürdü?
Üç aileyi çekip ara verdik, bir üç aileyi daha çektik. Sonra Kazım’ın annesini çektik. Toplamda bir ayı buldu.
Projede çok özel isimler var. Ali İsmail Korkmaz’ın, Soma’da hayatını yitiren Uğur Çolak’ın annesi, Madımak’ta iki kızını kaybeden Yeter Sivri… “Aşiti”nin en kuvvetli temsillerinden biri olan Dilşah Özgen, Roboski’den Leyla Encü, Ermeni Soykırımı Anma Günü’nde sözde kaza kurşununa kurban giden Sevag Şahin Balıkçı’nın annesi Ani Balıkçı… Kazım Koyuncu’nun annesi ise bence sürpriz bir isim. Bu isimleri belirlerken önceliğiniz neydi?
Belli anneler vardı, onları ben ta senaryo aşamasında, iki sene öncesinde belirlemiştim kafamda. Türkiye’nin yedi bölgesi ve yedi anne derken Ege’de Soma, Doğu Anadolu’da Roboski olacağı belliydi en başında. Devlet eliyle öldürülen çocuklardan bahsediyoruz çünkü. Bu bölgelerde en bilinir olaylar bunlardı. Bir de her ne kadar filmde bu yedi anne olsa da aslında onlar diğer anneleri de temsil ediyorlar.
Projeyi ilk duyduklarında annelerin tavrı ne oldu? Sonradan değiştirdiğiniz isimler oldu mu?
Gittiğimiz her anne olumlu karşıladı. Kazım’ın annesinde biraz Karadeniz inadı vardı ama o da ikna oldu. Diyarbakır’da, evladı kontrgerillaya kurban giden bir anneyi çekecektik. İsim belli değildi. İnsan Hakları Derneği’ne başvurduk ve onlar Dilşah anneyi önerdi. Anneler olumlu karşıladılar yani. Ayrılırken her biriyle aramızda duygusal bir bağ oluştu.
Sizin onlara tek vaadiniz “Sesinizi, acınızı duyuracağız.”dı.
Evet, o samimiyeti hissetmeseler kabul etmezlerdi zaten. Biz en doğal hâlimizle gidip projeyi anlattık, insanlara ulaşacağımızı, balık hafızalı insanlara yaşananları hatırlatacağımızı söyledik. Çekim öncesinde onlarla konuştuk, vakit geçirdik.
Ben giderken işin sinema tarafında olma, duygusal olarak kimseyle fazla yakınlaşmama kararı almıştım. Ama gidip de o ortamı teneffüs ettikten sonra yönetmen olarak o duruşumu kaybettim. Sinema dilinden bazen uzaklaştığımız anlar oldu. Bazen tekrar çekim almamız gerekirken aldırmadığım sahneler oldu. Yüzde doksanı tek çekim filmin. Kurmacaya yakınlaştırsak iyi anlamda farklı sonuçlar olabilirdi. Sen de biliyorsun, işin içindesin. Kimi zaman atlamalar, çekim hataları olabiliyor, görüntü patlayabiliyor ama hatalara rağmen iyi bir film oldu O’nsuz. Soranlara “Samimi bir film oldu.” diyorum. Samimi bir film oldu.
(Gülsüm Çolak)
Ben, acının çevirisi olacağını düşünmüyorum. Her insan kendi dilinde üzülür. Aslında söyleyecek çok sözü olan annelerden bahsediyoruz. Böyle düşündüğümüzde filmin diyalogsuz akması, evrensele en yakın unsur. Filmin tamamı sessiz mi ilerliyor?
Ortam sesleri var, dış öğeler var televizyon sesleri gibi. Konuşma yok. Ben ezber bozan bir şey yapmak istedim. Biz bu filmi Afrika’ya göndersek, orada evladını kaybetmiş anneler de bir empati kursunlar istiyorum. Yoksa saatlerce konuşulabilirler ama ben meseleyi sadece görüntüler üzerinden anlatmak istedim. Mesela Diyarbakır’daki anneyi izlerken televizyonda “toplu mezarlar bulundu” şeklinde bir haber var. Ama direkt annelerin söylediği bir şey yok. Hiç gözyaşı yok, müzik de yok. Sonda Kazım’ın Dido’su var yalnızca. Ağlatacak argümanlardan kaçındık.
Senin de ifade ettiğin gibi bu filmin asıl derdi şu: “Bu acılar yaşandı ve bu anneler sinmedi, susmadı, direnip seslerini çıkarmaya devam ediyorlar.” Bu anneler hayatlarını sürdürüyor evet, ama nasıl?
Kös kös evinde oturan anneler değiller. Ankara’daki Yeter Anne etkinliklere, derneklere gidiyor. Soma’da her ayın on üçünde yürüyüş düzenleniyor mesela, Gülsüm Anne hep en önde gidiyor. Ali İsmail’in annesi Emel Anne, Alikev Vakfı’nda gençlerin yanında kendini iyi hissediyor. Roboski’de her Perşembe mezarlıkta basın açıklaması yapılıyor, Leyla Anne hep orada. Diyarbakır’daki Dilşah Anne seksen yaşına rağmen her Cumartesi eylemde… İstanbul’daki Ani Anne Kamp Armen olayında aktif bir şekilde mücadelenin içindeydi. Hüsniye Anne de Hopa’ya Onkoloji Hastanesi yapılmasına ve HES’lere karşı tutumunu her fırsatta sergiliyor. Film için ekstra hiçbir şey yapmadılar. Gittik ve hayatlarına tanık olduk yalnızca. Yani biz çekmeseydik de onlar yine bu mücadeleleri sürdürüyorlardı. Bir de ne acıdır ki; biz farkındalık olsun diye bu filmi çektik ama daha film bitmeden Suruç’ta, Ankara’da, Cizre’de ve hâlâ doğuda bir sürü insan O’nsuzlar ordusuna katıldı/katılıyor.
Çekimler sırasında en çok nerede zorlandın?
Çekimlerden sonra DVD için söyleşi yapalım dedik. Karşılarına oturup, göz göze gelip yaklaşık yarım saat boyunca annelerin çocuklarını, yaşadıklarını, umutlarını, acılarını dinledik. O kadar duygusal şeyler var ki. Ağlamadan durmak çok zordu. Göz göze gelmemek için kimi zaman şapkamı çektim, başımı eğdim ama yine de zordu. O yüzden aralarla çekim yaptık. Mesela Soma’daki Uğur öldüğünde birisi bir buçuk yaşında, diğeri üç aylık iki çocuğu vardı. Çocukları görüyorsun, gözü yaşlı eşi “Benim ilk aşkımdı.” diyor. Onları gördükten sonra duygusal olmamak çok zordu.
İlk uzun metrajın için böylesine derin bir proje, sence de biraz riskli değil mi?
Bir yönetmen açısından çok kolay, çok da zor bir projeydi. Oyuncu yönetimi yoktu ama duygusal kapılma söz konusuydu. Kurmaca senaryolar da var ama ilk uzun metraj böyle anlamlı olsun istedim. Bir vefa borcu gibi bu. Ben aktif bir aktivist değilim, kendimi daha çok sanata verdim ve o insanların acılarını bir sinemacı olarak bu şekilde yansıtıp vefa borcumu ödemek istedim. Bundan sonraki projeler de politik olacak… Büyük bir riskti, evet. Birkaç yapımcıyla görüşünce de riski anladım. “Sansür yersin, destek alamazsın.” gibi söylemleri oldu ama ben asla müdahale ettirmedim filme. Bir de ekip arkadaşlarıma parantez açmak isterim, hepsi gönüllüydü ve gerçekten hep birlikte bu mücadeleyi yürüttük, onlar olmasaydı bu filmin üstesinden kalkamazdık. Cihat, Harun, Gül Seda, Şener, Umut, Engin, Jenevie, Hüseyin…
(Yeter Sivri)
Yurt dışı destekli olarak çekmeyi düşünmedin mi peki?
Yurt dışı festivallerinden kaynak bulmak, ajitasyonu kullanarak para kazanmak istemedim. Bu ülkede savaş var, cinayetler var, soykırım var ama bunu Türkiye’de yaşayan bir insan yerine bir Amerikalı’nın, bir yabancının söylemesini istemedim, etik bulmadım.
Ankara Film Festivali’nde finaldesiniz, Singapur Film Festivali ile de yurt dışında gösterim şansı olmuş. Ama hâlâ galayı yapamadınız… Şu an netleşen gösterim yeri ve tarihleri nedir?
Ankara Film Festivali, filmi seçerek çok büyük bir cesaret gösterdi. Zira İşçi Filmleri Festivali bile bizim filmimizi “barbarlığa karşı umut öyküleri” temasına uymadığı gerekçesiyle kabul etmedi. Teknik açıdan yetersiz denseydi anlayabilirdik ama filmdeki yedi annenin mücadelesinin barbarlığa karşı olmadığını düşünmek çok büyük bir cehalet aslında.
İstanbul’daki muhalif belediyelerle yazıştık, konuştuk falan ama kimseden destek gelmedi. 18-21 Mayıs arası Tunceli’de, 22 Mayıs’ta Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde ve 27-29 Mayıs arasında Zonguldak Eğitimsen işbirliği ile Zonguldak merkez ve birkaç ilçede özel gösterimlerimiz olacak. Adana Seyhan Belediyesi çağırdı, Ağustos gibi oraya gideceğiz, Kadıköy ve Maltepe Belediyesi Eylül’e tarih verdi. Velhasıl İstanbul’da tek kesinleşen yer NHKM ama ona da gala denemez. Biz kendimiz projektör alıp belde belde dolaşmak da istiyoruz. Lokal gösterimler yapmayı planlıyoruz. Beş kişi izlese bile bizim için kâfidir.
Peki bu sansürlü vaziyetin sonu nereye varacak?
Sinemacıların ayrı bir derdi var, festivallerin ayrı, devletin ayrı. Sinemacılar mücadeleye devam edecek, festivaller şu aşamada boyun eğmeye devam edecek, devlet de baskısına. Ama “Direne direne kazanacağız.” lafı çok önemli. Kaybede kaybede birtakım haklar kazanmaya başlayacağız.
Bireysel bir sinemacı olarak derdimizi anlatmak en doğal hakkımız. Bunun için eser işletme ya da farklı bir belgeye başvurmak doğru değil. Çünkü hepimiz biliyoruz ki devlet istediği filme bu belgeyi verir, “sakıncalı” filmlere vermez. Yani bir nevi oto sansür bu. Özellikle belgesel ve kısa filmde çok çok saçma bence. Zaten maddi ve manevi bu kadar zorlukla uğraşıyorken bir de bu belgenin peşine düşüyorsun. Belgesel; bir ülkenin nabzını tutar, sen bunu engellersen sıkıntılı süreçler devam edecektir.
Umudunu yeşerten filmler var mı bu sıra izlediğin?
Belgeselde çok var, belgeselcilik iyi gidiyor. Gezi filmleri yavaş yavaş azaldı, Soma’nın dava süreciyle alakalı, nükleerle, vicdani ret ile alakalı çok iyi işler var ama sesini duyuramadıktan sonra… Aynı kişiler birbirini izleyip destekliyor.
Son dönemde bozkır, çocuk, Doğu’ya uzaktan bakış popülerliği var. Bazı sinemacıların bunu kullandığı düşünüyor musun?
Biz de kendi aramızda çok konuşuyoruz bunu. Aynısını ben de söylüyordum. Barış sürecinden nemalanan yönetmenler var. Biz de kendi içimizde dedik ki asıl şimdi ak koyun kara koyun belli olacak. Şimdi hâlâ film çeken olursa, o insan gerçekten sinemacı ve o insan gerçekten Kürt meselesine eğiliyor diyeceğiz. Savaş var, devlet desteğini çekti. Eğer bu koşullarda film çekmiyorlarsa nemalandıkları ortaya çıkacak. Bu, birkaç yıllık süreçte belli olacak.
Yeri gelmişken şunu da belirtmek isterim. Bazı CHP’li belediyeler proje dosyasında Roboski’yi ve Diyarbakır’ı görünce bir durup düşünüyorlar. Her şeye açık, ters bir dönem içindeyiz. Doğu ve Güneydoğu’daki anneler olmasaydı belki de birçok belediyede gösterim yapıyor olabilirdik. Doğu’yu duyunca tüyleri diken diken oluyor insanların. Propaganda olmadığını da kabul ediyorlar hâlbuki. Genel kanı, bu proje bundan bir buçuk yıl önce olsaydı çok fazla ilgi görürdü şeklinde. Ama ben çok umursamıyorum bunu; sonuçta her zaman tek bir doğru var. Acının dili, dini, mezhebi, rengi yok. Acı acıdır. Biz yedi bölgede de bunu gördük.
“Direne direne kazanacağız.” diyerek, O’nsuz’u ilerleyen süreçte daha iyi yerlerde görmeyi umarak sohbeti sonlandıralım… Ama olmazsa olmaz bir sorumuz var: Fil’m Hafızası’nı takip ediyor musun?
Takip edilecek ender sitelerden bir tanesi. Daha da iyi olabilir. Koşturmak lazım, emek isteyen zor bir iş. O yüzden çok değerli. Takip etmeye çalışıyorum.