Fil’m Hafızası’nın gönüllülerden oluşan bir sinema platformu olduğunu pek çok takipçimiz biliyor. Peki, bu yazıları üreten, etkinlikleri düzenleyen, filmleri seçen ve sosyal medyada sizin beğeninize sunan ekibi biyografilerinden bir adım ötede tanımak ister misiniz? Ekibimizden Alpaslan Paşaoğlu, yine ekibimizden Hande Sönmez’in yani bendenizin sorularını cevapladı.
Alpaslan; benim gözümde güzel, duygusu okuyana hemencecik geçen ve en önemlisi manalı cümlelerin sahibi. O, meselesi olan filmleri seviyor. Bunu da sinema ve edebiyatla ilişkisini sağlamlaştırarak perçinlemeye çalışıyor. Kendisi ile sinema dolu bir sohbete koyulduk. Çayınızı alıp siz de katılmak ister misiniz?
Hoş geldin Alpaslan. Ben önce senin için sinemanın ne ifade ettiğiyle başlamak isterim?
Sinemadan önce edebiyat vardı aslında. Ortaokulda bir şeyler karalamaya başlamıştım ama daha çok “Edebi Metinler” üzerineydi bunlar. Sonrasında kendime ait bir oda ve televizyonum oldu. Parliament Sinema Kulübü ve film dünyası ile de böylelikle ilk kez gerçek anlamda tanışmış oldum. Pazar geceleri film seyredebilmek adına, iple çektiğim günler hâline gelmeye başladı. Parliament’in yanı sıra eski Yeşilçam filmlerinin etkisinin de yeri ayrıdır elbette; Süt Kardeşler (1976), Şekerpare (1983), Kibar Feyzo (1978) vesaire. Tabii küçükken daha çok görselliğe bakıyordum, gülüp gülmediğim önemliydi mesela o zamanlar, ama yaş ilerledikçe karakterlerin içine daha çok girmeye başladım ve salt edebiyatla sınırlamadığım tarafımı sinemayla tamamlayabileceğimin farkına vardım. İddialı bir söylem olacak belki, ama edebiyatı en iyi niteleyen şeyin sinema olduğunu düşünürüm hep.
Sence kimlerin kafasından geçenleri izlediğimiz için şanslıyız?
Aslında bu filmin türüne göre değişebilecek bir şey. Fakat Rene Clair’in belirttiği “İyi bir senaryodan kötü bir film yapılabilir, ama kötü bir senaryodan iyi bir film asla yapılamaz.” tespiti önemli. Bu nedenle ben en çok senaristin dünyasını önemsiyorum, çünkü karakter yaratma süreci çok derin nitelik gerektiren bir şey. Biz bu alana, yerli sinemamız olarak yeni yeni önem vermeye başladık.
Türkiye’de Yeni Sinemacılar’dan senarist Önder Çakar ve Seren Yüce’yi beğeniyorum bu anlamda. Çoğunluk (2010), Gemide (1998), Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000), Takva (2006) gibi filmler onların elinden çıktı. Çok gerçekçi bir özgünlük var orada. Kezâ Zeki Demirkubuz sineması ve karakterleri de böyledir. Dünya sinemasına baktığımızda ise Mario Puzzo ve Coppola ikilisi benim için çok özel isimler. Muhafazakâr bir toplum oluşturmaya çalışan dönemin ABD’sinin karanlığını, suçun legalleştiği bir dünya üzerinden tasvir ederek, realiteye aracı olmuşlar. Bugün bile mafya dendiğinde hâlâ akla ilk gelen, Al Pacino’nun canlandırdığı Don Corleone karakteridir. Gangsterliğin sokaklardan plazalara girdiği ve şeytani zekâya sahip adamların elinde iktidarın evrildiği ilk betimlemedir Corleone ailesi. Bu nedenle de bir karakterin altının dolu olması burada önemini gösterir. Bunun dışında Coen Kardeşler, Christopher Nolan, Wes Anderson, Mad Men (2007-2015) ve Sopranos‘u (1999-2007) yaratan senarist Matthew Weiner de aklıma gelen diğer önemli isimler.
Fil’m Hafızası’ndaki yazılarımızdan yola çıkalım; sana “bir sahne” dediğimde aklına ilk gelen sahne/film hangisi?
Emir Kusturica’nın Çingeneler Zamanı (1988). Bir meyhane sahnesi vardır, sen de hatırlarsın; başarmışlığın kaybetmekle aynı çizgide dans ettiği o meşhur sahne ve ailesinden ayrı kalmış karakterin ninesiyle hazin karşılaşması… O sahne beni her defasında hüzünlendirir.
Bir filmi senin gözünde ne iyi yapar?
Ben toplumsal gerçekçiliği seven bir insanım. Filmin türü ile alakalı olması dâhilinde, konunun bizzat geçtiği toplumun iyi gözlenip gözlenmediği meselesi çok önemli. Tepeden bakılmış bir kalem beni her zaman senaryodan soğutur. Bu anlamda Mustang (2015) mesela bence eksik bir filmdi. Fransa’da büyümüş birinin Türkiye’ye dışarıdan bakarak lokal üzerinden bütün bir topluluğa eleştiri getirme hezeyanları, kültürel dağarcığının eksikleri altında kalıyor. Kendi iç nefret söylemini, kapalı bir topluluk üzerinden tüm topluma evirmeye çalıştığı bir eğretilik duruyor orada. Fransa’dan bizlere seslenen oryantalist meşrepli yerli olmaya çalışan bir yönetmen adayı. Kendi kendimizden nefret etmeyi içselleştirmişlerin tabii bu filme büyük bir sahiplenme duymaları çok şaşırılacak bir durum değil. Hâlbuki konusu evrensel bir problematik. Al sana doğru bir “konuyu nasıl yanlış anlatırım”ın örneği. Bu tipolojiyi sayıca çoğaltabilirim.
Türkiye sinemasının son 50 yılına baksan nasıl evrildiğini söylersin?
Türk sinemasının kırılma anları birden fazla. Yeşilçam, Hollywood’a özenerek perdelerini açmış. Sonrasında ise sırasıyla Fransız, Mısır ve Hint sinemasından önemli bir ölçüde öykünme var. Erotik film furyasıyla karanlık bir dönemimiz de olmuş mesela. 80’lı yıllar ancak iç meselelerimize değinmeye başladığımız ve özgünlüğümüzü yakalayabildiğimiz ilk dönemler olabilmiş. Ayakları yere basan filmlerin ortaya çıkmaya başladığı örneklere gelirsek Yılmaz Güney sineması, Yavuz Turgul filmleri Muhsin Bey (1987) ve Eşkıya (1996) bu anlamda önemli kırılmalarıdır. Son on beş yirmi yıllık dönemde ise Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem ve tabii ki Zeki Demirkubuz Türk sinemasının çehresini değiştiren isimler olmuşlardır.
Hangi coğrafyalara ait hikâyeleri izlemeyi seviyorsun?
Burada yine edebiyata geri dönmeliyim; ben Rus Edebiyatı’nı çok kıymetli buluyorum bu anlamda. Çünkü edebi anlamda karakter yazma konusunu bence bitirmiş Rus yazarları. Gogol’un varsıl Çiçikov’u, Gonçarov’un uyuşuk Oblomov’u, Dostoyevski’nin melankolik Raskolnikov’u, Tolstoy’un Piyer Bezukhov ve Sonya’sı, Turgenyev’in nihilist Yevgeniy Vasilyiç’i karakter yaratım sürecinde çıtayı en tepeye taşımış tiplemelerdir. İnsanın kendi içine dönük eserler verdiği tüm filmlere ruhani kılavuz olmuş karakterler bunlar.
Yolunun Fil’m Hafızası’yla kesişmesine gelelim. Nasıl ekip üyesi oldun ve ne umdun, ne buldun desek?
Öncelikle sıkı bir takipçisiydim. Sonrasında FH’ye yazan ortak arkadaşlarımız sayesinde bu platformla yazılarımı paylaştım ve yazı işleri tarafından beğenilince de ekibe dâhil oldum. Daha önce Radikal ve birkaç mecrada yazılarım yayınlanmıştı. Fakat geçmiş tecrübelerime rağmen özellikle editoryal anlamda çok şey öğrendim bu ekipten.
Filmler hakkında yazılarını merakla beklediğin birileri var mı?
Kendi ekibimizden yazan herkesin yazılarını okuyorum tabii ki burada politik davranmam lazım 🙂 Tayfun Atay’ı çok beğenirim. Eski Radikal yazarı. Şu an Cumhuriyet’te yazıyor. Bir sosyolog olmasının avantajıyla toplumun katmanlarını çok iyi analiz edebiliyor. Fakat çok film izleyip de tepeden bakan yazarları sevmiyorum. Ülkemizin eleştirel yazar portresi biraz bu yönde maalesef ve ben onları film hamalı olarak görüyorum. Eskiden Haşmet Babaoğlu ne güzel yazardı mesela şimdi aklıma geldi. Onun edebi harmanlamaları değerliydi. Nitekim saydığım iki kişi de aslında tam olarak sinema eleştirmeni değiller. Bu nedenle sorunun cevabı net olarak Ali Hakan olabilir belki. Hatta Zizek’in sinema okumalarını da buna ekleyebilirim.
Sinemayla ilgili söylenen …. ‘yı klişe buluyorum dediğin ne var?
Kalıp olarak “altın harflerle sinema tarihine adını kazımıştır” cümlesinden hiç haz etmiyorum. Bu tarz yakıştırmalar çok subjektif fazla iddialı geliyor bana. Sanatsal bir alanda kritik yaparken beylik ifadelerden uzak durmak gerektiği kanısındayım ya da yersiz yüceltmelerden. Bir de kavramsal kalıplar sorunumuz var. Türkiye’de yeninin ortaya çıkabilmesi için sinemanın dinozorlarının onayı gerekli. Yeni olan her şeyi, mevcut koşullarda değerlendirmeye çalışıyoruz maalesef ama tam tersine bu kalıpların hepsi kırılmalı. Sinema öğrencilerine, başka yönetmenlerin doğrularının teorikselleştirildiği akademik abartılar yerine, kendi doğrularını bulmalarına yardımcı olacak, yeni bir şeyler öğretmenin zamanı geldi artık. Ben “Nuri Bilge” gibi, “Scorsese gibi”, “Tarkovksy gibi”, “Bergman gibi”, “Kubrick gibi” yönetmenler görmek istemiyorum artık. Analitik geometri dersi değil bu. Geçmişten bugüne kelimelere anlam katan bizler değil miyiz mesela? Öyleyse neden kalıpların içerisine sıkışıyoruz, saklanıyoruz? Çünkü zaman mefhumunu bile biz uydurmuşken, aklımızın yetmediği şeyleri yok saymak, hazıra konmanın her alanda kolay bir çözümü. Kavramlara sığınmak, tembel insanlığın sigortası.
harika bir yazı olmuş. emeğinize sağlık.