Yönümüzü edebiyata çevirdiğimizde eldeki malzeme ne kadar fazlaysa ürünün oluşturulma sürecinin de o kadar rahat, kolay olduğunu görürüz. Bunun için yazarlar çoğunlukla roman yazmayı, öyküye tercih ederler. Çünkü öyküde harfler, sözcükler, cümleler kum saatin içindeki taneler gibi sayılıdır. Her biri öyle demlenmiş olmalıdır ki bardağı doldurduklarında içlerindeki öz, eklenen tüm suya tadı tam anlamıyla vermeli, her yerine eşit dağılmalı; yersiz ve fazlalık duran her ifadeden ari olmalıdır. Nitekim on sayfalık bir olayı bir sayfada anlatacak kadar vakit bulamamak da boşuna değildir.
Sinemaya döndüğümüzde ne değişiyor peki? Temada ve konuda özü elde etmek için harcanan titiz çaba aynı kalırken değişen tek şey eldeki malzeme: artık kalemin yerinde kameramız, kâğıt yerineyse beyazperdemiz var. Bunlarla yazacağımız metinse bir “kısa film”. Genellikle 40 dakikanın altındaki filmler uzun metraj olarak kabul edilirken bu kriterleri karşılamayan, 40 dakikanın altındaki filmler kısa metraj film olarak adlandırılır. Kısa filmlerin süre ile olan yarışı, aslında her bir saniyeyi değerli kılan ve her sekansta yoğun bir anlatımı gerektiren bir avantajdır. Dolayısıyla doğru bir alt okuma için dikkatle izlenmesi gereken sahneler, izleyiciyi de bu yoğun temponun ve yapbozun içine katar. Süre kısaldıkça sözün anlamı artar ve bize o birkaç dakikalık seyirden kıs(s)acık bir hisse çıkar.
Ekibimizin seçtiği kısa film derlemesinden bakalım heybemize nasıl hisseler çıkacak…
Rabia Elif Özcan