“Bense artık her şeyden kopmuş, tüm ruhumda insanlar arasında yabancı ve yalnız olarak dünyanın boş ve anlamsız gürültüsünde, gülünç vaziyette kalbimin en çok sevdiği melodilerine ulaşmak istiyordum.”
Hölderlin
Sinemanın büyük ustasından unutulmaz bir resital: 24 Frames (2017).
Abbas Kiarostami’nin ölümünden evvel çektiği son filmi olan 24 Frames’i İstanbul Film Festivali’nde izleme şansına eriştik. Kiarostami, deneysel bir çalışma olarak nitelendirdiği filmiyle alakalı şunları söylemişti: “24 Frames için yıllar içinde çektiğim fotoğrafları kullanmaya karar verdim. Film, kendi fotoğraflarımı çekmeden önce ve çektikten sonra ne hayal ettiğimi gösteren dört buçuk dakikalık kesitler.”
Yaklaşık dört buçuk dakikadan oluşan yirmi dört ayrı kısa film… Açılışta Brueghel’in Hunters in the Snow isimli tablosu karşılıyor bizi, yavaş yavaş kar yağmaya başlıyor avcıların, evlerin üzerine. Bacalardan tüten dumanlar soğuktan korunmak zorunda olan bedenlerimizin yaşam arzusunu simgeler gibi yoğun ve inatçı; gökyüzüne süzülüyor. Doğaya aidiyetimizi hatırlıyoruz bir anda, puslu tabloda uçuşan kar tanelerine baktıkça içimiz üşüyor, ürperiyoruz. Bu tabloyla sinemada ilk karşılaşmamız değil şüphesiz. Tarkovsky’den, Lars von Trier’den ve Zvyagintsev’den aşinayız bu canlandırmaya. Fakat Kiarostami sinemaya bakışımızı sorgulatmaya yönelik öyle sarsıcı bir denemeye girişmiş ki, izlediğimiz görüntünün içerisinde dolaşırken kayboluyor, koltuklarımıza mıhlanıyoruz.
Dalgalı denizler görüyoruz film boyunca; şiddetli yağmurlara eşlik eden gök gürültüleri, karlı yamaçların derin sessizliklerinde avlarının soğuk bedeni üzerine eğilmiş kurtlar, rüzgârın dehşet verici uğultusunda dans eden ağaçlar, dörtnala koşmanın arzusu ile şaha kalkan atlar, şahane manzaralar karşısında özgürlüğüne kanat çırpan martılar, ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgide gidenin arkasından belki yas tutan belki doğanın sonsuzluğunda kaybolmayı daha çok arzulayan kargalar… Âcizliğimizle yüzleştiriyor film bizi, kırılgan doğamızla. Pamuk ipliğine bağlı hayatlarımızda içerisine sıkışıp kaldığımız şehirlerin duvarlarını aşabilmek için, kendimize yabancılaşmamızın soğuk tasvirini ortadan kaldırmak istercesine bir el uzatıyor bize. Doğa hem felaketimiz hem özümüz; hem de felaketine sebep olduğumuz bir yandan. Silah sesleri patlıyor ansızın görüntüleri yırtarcasına; yavru bir geyik yere seriliyor, bir martı denizin tuzlu suyuna karışmak için kanatlarını son kez çırpıyor gökyüzünde. Avcının silahı buyurgan, doğaya ihanetin soluğu ürkütücü bir hayalet gibi dolaşıyor etrafımızda. Mevsimler geçiyor, sonun ve başlangıcın çıkışsız döngüsü içerisinde rüyalarımızın imgelerini kovalıyoruz soluk soluğa. Nefesimiz tükeniyor bir yerden sonra; bu şiirsel arzunun kollarında annesine muhtaç bir bebek gibi doğaya karışmayı bekliyoruz bağışlanmanın hafifletici kudretini arzulayarak. Bir Schubert ezgisi çınlıyor kulaklarımızda ansızın; düşündüklerimizden çok hissettiklerimizin tutsağı oluyoruz. Öyle amansız bir tutsaklık ki bu, rüzgârın soluğunun okşadığı ağaç yaprakları arasında bir köy cenazesinde yanaklarımızın soğuktan kızardığını düşlüyoruz belki de.
Bir karga izliyor törenimizi; ölümün kol gezdiği karanlık bulutların arasından yaşam soluğunu çekiyor küçük bedenine. Kaçmak istediğimiz gerçekliğimize saplanıp kalıyoruz öylece. Mumdan heykeller gibi eriyoruz yağmurun dur durak bilmeksizin yağışı altında. Paris’te Eyfel’i izliyoruz zamanın sabitlendiği bir evrende; biz öylece durup beklerken, ruhumuzun mevsimleri oluyor uzayıp giden sadece. Anılarımızın uzun ve dar koridorlarında çocukluğumuzda kaybettiğimiz bir parçayı arıyoruz ruhumuzdan eksilmiş olan; hüznümüzün ince ezgisini, umut etmenin yitik masumiyetini. Aniden Kiarostami’nin sorduğu soru geliyor aklımıza: “Hakikaten bir çerçeve mi gerekiyor tüm bunları duyumsamak, yanından öylece geçip gitmek yerine durup uzun uzun izlemek için, tüm bunların içerisine sessizce karışıp akmak için?” Niçin ruhlarımızın kırılgan ışığını söndürüyoruz, şiirimizi bozup öznesi yitik cümlelerle tamamlamaya çalışıyoruz boşluklarımızı? Özümüze, ait olduğumuza yabancılaşıp kendimizi kutulardan kalelere hapsettiğimiz hayatımız boyunca niçin hep daha da çok gömülüyoruz felaketimize?
İzledikten sonra içimizde büyüyen filmler vardır, işte 24 Frames tam da böyle bir film. Minimal kadrajların ustası, hislerimizi şahlandıracak bir başyapıt sunuyor bizlere. Varlığından geriye kalan son hediye ile imgeler dünyamızın derinliklerinin incelikli misafiri olmayı başarıyor. Gördüğümüzün kutsallığı üzerine bir sorgulamaya yönlendiriyor bizi. Film şiir gibi akıp giderken böyle büyük bir ustayı kaybetmiş olmanın üzüntüsü kaplıyor içimizi. Sinema tarihine adını altın harflerle yazdıracak bir film 24 Frames. Yüce bir ruhu dünyamızdan geçip gitmesinden evvelki son kucaklayış…
Elif Düşova
Ustanın bu filmini daha izleyemedim. Yazarın dili şiirsel sinema diliyle çok uyumlu. Bazı filmler gibi bazı yazılar da birkaç defa okunur defalarca okunan şiirler gibi.