Yönetmenliğini ve senaristliğini Abdurrahman Öner’in üstlendiği Aydede (2018), seyirciyi ufak bir taşra kasabasında annesi ile birlikte yaşayan küçük Bekir’in (Bilal Zeynel Çelik) hayal kırıklıkları, imkansızlıklar, aldanışlar ve çocuk yalnızlığıyla bezeli hayatına konuk ediyor. Açılış sekansında bir cenaze merasiminde, mezarlar arasında dolaşmakta olan küçük bir çocukla karşılaşıyoruz. Sırtı dönük bir şekilde takip edilen hareket, çocuğun mezara toprak atılırkenki donuk bakışlarını görmemiz ile son buluyor. Dedesinin öldüğünün bilincine varamayan küçük Bekir için cenaze bilinmezliklerle dolu, esrarengiz bir oyun alanına dönüşüyor âdeta. Kadrajın bir köşesinde sessizce ağlarken gördüğümüz Rabia (Ezgi Mola) ise, zorlu yaşamının yeni dönemecinde, biraz daha yalnızlaşmış ve dayanağını kaybetmiş güçsüz bir kadın olarak çaresizliğinin karanlık kuyularına gömülüyor ve hayat, geride kalanlar için hazırladığı tatsız sürprizlerle birlikte akıp gitmeye devam ediyor. Bir gece, taşranın bulutsuz göğünde beliren dolunay, Bekir’in annesine sorduğu yanıtsız soruların imdadına yetişen bir cankurtaran gibi gösteriyor kendisini; dedesinin bir daha geri gelmeyeceğini öğrenen Bekir nereye gittiğine dair bir yanıt bekliyor annesinden. ‘’Deden aya gitti.’’ diyor Rabia çocuğun meraklı bakışlarından kaçmak için, ‘’Deden Aydede oldu.’’
Babasını küçük yaşta kaybeden bir çocuk olan Bekir, ona bisiklet alacak olan dedesinin de aya gittiğini öğrenmesiyle birlikte her gece gözlerini karanlığa dikiyor ve tüm saflığıyla çağırdığı hayallerini düşlerken yorgun uykulara dalıyor. Bir gün, okul dönüşü televizyon karşısında yemek yerken karşılaştığı reklam, küçük çocuğun renksiz dünyasına güneş gibi doğuyor. Reklamda uzaydan gelen uzaylıları, ayın koca gövdesine doğru bisiklet süren çocukları büyük bir şaşkınlıkla izleyen Bekir o an kararını veriyor. Biriktirdiği paralarla alacağı bisikleti çok uzaklara, aya kadar sürebileceğine inanan çocuk masumiyeti, o günden sonra harıl harıl çalışıyor ve Kara Şimşek adını vereceği bisikleti satın alabilmek için heyecanlı bir koşuşturmaca başlıyor. Tüm bunlar olurken, babasından kalma tuhafiye dükkânını işleten Rabia için taşra yerinde, çocuklu dul bir kadın olarak kalmanın ağırlığı gün geçtikçe artıyor ve genç kadın ilk darbeyi kız kardeşinden yiyor. Eşinin dolduruşuna gelerek, babalarının mirasını nasıl paylaşacaklarının peşine düşen Fatma (Banu Fotocan), yaşlı adamın ölümünün üzerinden çok geçmeden Rabia’nın kapısına dayanıyor. Borçlar, geçim sıkıntısı, küçük bir çocuğun bakımı sorumluluğu çaresiz kadın için gittikçe daha da ağırlaşıyor ancak tüm bunların dışında, herkesten saklanan bir sır kalbin en kuytu köşesinde sızlayan bir yara gibi Rabia’nın yürüdüğü yollarda ayağına takılan irili ufaklı taşlara dönüşüyor, taşlar büyüyor, büyüyor her geçen gün yutulması imkânsız bir lokma gibi boğazın orta yerine çöküp kalıyor. Tuhafiye dükkânından eve her dönüşünde, kaçamak bakışlarla platonik aşkı tamirci Osman’ı (Mehmet Özgür) süzüyor Rabia. Bir gün kendisine dönüp bakar umuduyla her gün inatla dikiyor ürkek bakışlarını adamın üstüne. Osman için ise taşrada, koyu dedikoduların gölgesinden kaçarak yaşamaya çalışmak işkenceye dönüşüyor; karısının bir sabah yasak aşkı ile birlikte evden kaçıp gitmesi sonrası elinde avucunda kalan tek şeyin bir erkek çocuk ve önüne geçilemeyen dedikodular olması adamı kasabadan kaçıp gitme noktasına getiriyor. Rabia ise bir yandan Osman’ın onu fark etmesi için kendisinde masumca değişimler yaratmaya çalışırken bir yandan da miras paylaşımı sonrası elinden alınacak olan ev ve dükkân olmadan hayatını nasıl sürdüreceğini düşünüyor kara kara. Osman’a hissettiği aşk, içten içe bir kurtuluş yoluna dönüşüyor aynı zamanda, köylük yerde kadının başında duracak bir erkek olursa bu badirelerin hiçbirini yaşamayacağını düşünüyor kendince.
Filmde karakterlerin başından geçen olaylara paralel akışlar eşliğinde tanıklık etmemizin yanı sıra, yönetmen çekimler için seçilen mekânın izleyicide bir sıkışmışlık hissi yaratması açısından önemli olduğunu söylüyor. Hayalin hakikatle çatışmasını klostrofobik mekân algısı ile derinleştiren Aydede, tüm kapıların ve umutların aynı çıkışsız yere vardığı karanlık bir döngüye dönüşüyor. En yakın arkadaşı Hasan (Emirhan Ateş) ile birlikte ortak bir bisiklet almaya karar veren Bekir hurdacıya satmak için gördüğü her inşaattan hurdalar topluyor, biriktirdikleri paraların mabedi olan demir kumbara her yeni gün biraz daha ağırlaşıyor, kumbara ağırlaştıkça Kara Şimşek’in silik hayaleti canlanıyor, belirginleşiyor ve daha sık girmeye başlıyor rüyalara. Bir gün annesini tamirci Osman’ın yanından geçerken gören Bekir o günden sonra etrafına karşı saldırgan tavırlar sergilemeye başlıyor. Saflıktan başka hiçbir kötü düşünce barındırmayan bu öfke patlamaları annesinin sevgisini ve ilgisini kıskanan çocuğun sığındığı tek yuvanın da yok olup gitme ihtimaline karşı duyduğu derin korkuyu çaresiz bir çığlığa, zamansız sinir harplerine çeviriyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Hasan tarafından uğradığı ihanet Bekir için bardağı taşıran son damla oluyor. Biriktirdikleri tüm paranın ortadan kaybolması ve arkadaşının evinin bahçesinde gördüğü ‘’Gara Şimşek’’ yazılı bisiklet önce annesi, sonra en yakın arkadaşı tarafından uğradığı hayal kırıklıklarına daha fazla dayanamayan Bekir bahçeden bisikleti çalıyor ve son sürat köyün dışına çeviriyor rotasını; belki Aydede’ye, belki de sonsuzluğa.