Sinemayı hep sevdim. Kendimi bildim bileli hep bir yerlerinden tutundum. Belki bir arayış, gerçeklikten kaçış, belki de bir kitapta okuduğum ve üzerinden yıllar geçmesine rağmen unutmadığım o cümle günden güne perçinledi bu sevgimi. “Hayat bir filme hiç benzemez, bazılarımız olacakları çok önceden sezebilsek de olayların akışını değiştiremeyiz. Buna ancak sinemada gücümüz yeter ve bu yüzden çılgınlar gibi tutkunuzdur sinemaya” Görmek istediklerimi görmek için izledim, “böyle şeyler filmlerde olur” denilen şeyler olsun diye, merak ettiğim için izledim. Ağlamak istediğim için izledim, gülmek için izledim. Âşık olmak için izledim, âşık oldum izledim, aşk acısı çektim izledim, yeniden aşık olmak için izledim. Büyümek için izledim, hâlâ çocuk kalabilmek için izledim. Rahatsız olmak veya tokat yemiş gibi hissetmek için izledim, yaşamayı sevmek için izledim. Öğrenmek, bambaşka kültürleri keşfetmek için izledim, bazen yapacak başka bir işim olmadığı için izledim; bazen de yapmam gereken onlarca şey varken hepsini bir kenara itip izledim. Hayatımı anlamlandırabilmek için izledim; kendimi başka hayatların içerisinde hayal etmek, farklı hayatları farklı gözlerden okumak için izledim. Belki de sinemaya gitme heyecanını, kapısı sokağa açılan sinemaları, sinema biletlerini ve patlamış mısır kokusunu çok sevdiğim için izledim.
Sinemada izlediği ilk film “Aslan Kral” olan nesildenim ben de, İzlediğim gerçek anlamda ilk yerli film “Eşkıya”, ilk yabancı film ise “Titanic” idi… Hâlâ açık hava sinemalarının asıl dönemine yetişemediğim için üzülürüm Ama yine de sinemanın tam bir “büyülü fener” etkisi yarattığı yıllarda böyle. kült filmlerle bu deneyimi yaşayabildiğim için şanslı sayıyorum kendimi. Biraz büyüyüp kendi başıma dışarı çıkabildiğim dönemlerde arkadaşlarımla “sinemanın önünde” buluştum, lise çağımda cuma günleri şehrin sinemasında vizyona yeni giren filmleri takip ettim, okuldan sinemaya gidecek olma heyecanı ile çıktım. Üniversiteyi nispeten daha büyük bir şehirde okuyunca festival ve bağımsız sinema kavramı ile tanıştım. İyi ki de tanıştım… Ankara’nın Büyülü Fener’inde, Kızılırmak Sineması’nda yepyeni dünyalar keşfettim. ODTÜ’nün büyük üçlü amfisinde okulun sinemaseverleri tarafından düzenlenen film gösterimlerini hep takip ettim.
Bir süre sonra sadece izlemek yetmedi. Daha fazlasını öğrenmek, keşfedemediğim yönetmenlerden/filmlerden haberdar olmak, izlediğim filmlerin eleştirilerini okumak, atladığım detayları anlayabilmek, farklı bir izleyici gözü tanıma istedim. Sinema dergileri okudum, atmaya kıyamadım biriktirdim, özel koleksiyon sayılarını görünce büyülendim, yeni sayıları rafta görünce heyecanlandım, sahaflarda film afişi aradım, bilet koleksiyonu yaptım. Yaşımın sinemada izlemeye yetmediği kült filmleri mahallemdeki DVD dükkânından kiralayarak seyrettim. Çok beğendiklerimi satın alıp arşivlemeye başladım. Teknoloji ilerledikçe dijital ortamlarda filmlere erişim çok daha kolaylaştı, kaldığım öğrenci yurdunun ranzasında uzanıp, kucağımdaki bilgisayardan film izlemeyi de sevdim. Ama sinemaya gitmenin yeri her zaman ayrı oldu.
Yıllar sonra; kendimi aradığım, iş hayatının soğuk gerçekleriyle karşılaştığım, “Sahi, ben aslında ne yapmak istiyorum, neyi seviyorum?” sorusunu kendime sormayı anca akıl edebildiğim 30’lu yaşlarıma yaklaşırken yolum “Fil’m Hafızası” ile kesişti. Hiç unutmuyorum, mesaiden ağlayarak çıktığım bir mayıs gecesiydi. Oldukça uzun olan eve dönüş yolumda severek takip ettiğim bağımsız sinema platformunun gönüllü üye ilanını görmüş, ve uzun bir ön yazı ile başvurmuştum. Çünkü sinemayı seviyordum, çünkü kendimi kötü hissettiğim o dönemde beni ancak sinema ile daha yakından ilgilenmek iyileştirebilirdi. Öyle de oldu… Fil’m Hafızası bana hep iyi geldi. Keşfetmenin keyfi mottosu ile yola çıkan bu gönüllü ve bağımsız sinema platformunun bir parçası olmayı hep çok sevdim.
Yusuf Atılgan der ki; “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur.”
Şu hayatta tarif etmekte en çok zorlandığım ama en sevdiğim mutluluktur sinemadan çıkmış olmak, bilhassa güzel bir film izleyip çıkmış olmak… Sorsalar dünyayı bile kurtarabilirim. Gözlerim parlar. Saatlerce konuşabilirim, herkeste merak uyandırabilirim, anlattıklarımla büyüleyebilirim, sokak boyu koşabilirim, tanımadığım birine gülümseyebilirim, neden gülümsediğimi sorarsa da “sinemada güzel bir film izledim çünkü” derim. Evime koşup senaryo yazmak isteyebilirim, “sahi bir film mi çeksem ben” diye arkadaşlarımı darlayabilirim. Sonra da saatlerce filmin analizini okur, yönetmenin diğer filmlerini izlenecekler listeme ekler, film görsellerini incelerken uyuyakalırım büyük ihtimalle. Ertesi sabah da işe soundtracklerini dinleyerek giderim… Yani demem o ki sinemadan çıkmış halim umut vaat eder bana, tebessüm ettirir. Şimdilerde ise bir de göz kırpıyor, “Yazsana bunları,” diyor “Yaz işte içinden geldiği gibi”. Peki, dedim ben de… Eleştirmen değilim, uzun analizler yazacak kadar yoğun bilgim yok, çok detaylı film çözümlemeleri yapamam, hatta bazen filmlerdeki bazı metaforları anlayamam, farklı şeylere odaklanırım, her ne kadar iyi bir sinemasever olsam da, teknik yönden eksiklerim var. Ama zaten benim istediğim şey de aslında sadece; bir film izlenim yazıları sayfasında da olsa sinemadan çıkmış insanı yaşatmak… Çünkü yine Yusuf Atılgan’ın dediği gibi “Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
Söz uçar yazı kalır; yazayım ki sinemadan çıkmış insan daha uzun ömürlü olsun ve benimle yaşasın, yazayım ki unutmayayım, yazayım ki kişisel izlenimlerim olsun, hatta adı da fazla kişisel film izlenimlerim olsun.
Hoşça kalın, ve de sinemayla kalın…