Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı’nda, yönetmenin hemen hemen bütün filmlerinde yer alan kent-köy ve kentli-köylü arasındaki çatışma, yine ana karakterin yaşadığı varoluşsal sorunlarla beraber izleyici karşısına çıkıyor.
Sinan (Doğu Demirkol), okuldan yeni mezun olmuş öğretmen olmayı bekleyen genç bir çocuktur. Köydeki evini ziyarete geldiğinde babası İdris’in (Murat Cemcir) kumar bağımlılığı yüzünden ailesinin borç batağında olduğu görür. Sinan’ın son sınavına girmeden önceki ve sonraki durumlarını, “dolambaçlı yollardan” geçişini izleyiciye aktaran yönetmen, önceki filmlerinde de görüldüğü gibi sinemasını sürekli esinlendiği durum hikâyeciliğiyle harmanlıyor.
Yazar olmak için can atan Sinan, kitabının yayımlanması için film boyunca çabalıyor. Fakat bir yandan acemiliği, bir yandan ukala tavırları bir şekilde sponsor bulmasını engelliyor ve sonunda, kitabını kendi parasıyla çıkarmaktan başka bir çaresi olmadığını anlıyor. Zaten fakir olan Sinan’ın ailesi, bir de babası yüzünden borç batağında olunca Sinan ve babası arasındaki çatışma da başlamış oluyor. Aslında en başından beri babası gibi olan Sinan (babası İdris de bir öğretmen), babasından nefret ettikçe bir anlamda kendinden de nefret etmeye başlıyor. Ne iş yapacağı, nerede yaşayacağı, kiminle evleneceği, nasıl bir hayat kuracağı belli olmayan Sinan; gelecek kaygısı içinde kendi varlığını sorgulamaya başlıyor. Filmin ilk karesinde Sinan’ın bedeni denizin içinde erimiş olarak görülüyor. Sonrasında anlaşıldığı üzere Sinan, film boyunca bir tür kimlik bulma mücadelesi veriyor. Kırsala takılıp kalma, nereye gideceğini kestirememek mi, yoksa tıpkı Kış Uykusu’ndaki (2014) Aydın’da görüldüğü gibi büyük şehirde kaybolma korkusu, küçük denizde büyük balık olma arzusu mu Sinan’ınki?
“O çocuk saatlerce, hiç bıkmadan denize neden bakar? Açıkta demirlenmiş gemilere mi, balıkçı teknelerine mi, denize düşecekmişcesine bir taş gibi inen, sonra suyun yüzeyini yalayıp yükselen bet sesli martılara mı, ayaklarının dibine kadar usulca sokulan, ardından da oyun oynamak istiyormuş gibi geri kaçan beyaz köpüklü sulara mı; yoksa rüyalarına mı, kimselere söylemediği hayallerine mi? Belki de o çocuk kendine bakar; çünkü her şey onu ona anlatır.” – Cemil Kavukçu (Sessizlik, 1999)
Yukarıdaki alıntının sahibi Cemil Kavukçu’nun hikâye anlatıcılığıyla (genel anlamda 1980 sonrası Türkiye’deki hikâye anlatıcılığı olarak, ya da Çehov’un başını çektiği durum hikâyeciliği olarak da kabul edilebilir), çoğu zaman bu tür hikâyelerden esinlenen, yer yer bazı pasajları olduğu gibi izleyiciye aktaran Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasal anlatılıcığı kendi içinde birçok paralellik barındırıyor. Filmin açılışı, izleyiciye yukarıdaki tasviri anımsatıyor. Karakterleri genellikle konuşturmayan Ceylan, olaylar karşısındaki tavırlarını tıpkı bir fotoğraf karesinde olduğu gibi yüzler ve mimikler üzerinden anlatmaya çalışıyor. Diyaloglar filmografisinde gittikçe artsa da yönetmenin üslubu hâlen bu kareler üzerinden okunuyor. Mayıs Sıkıntısı ‘nda (1999) film çekmek için köyüne dönen Muzaffer’in, Uzak’ta (2002) gemilerle uzaklara gitmek isteyen Yusuf’un, Kış Uykusu’nda (2014) İstanbul’dan ayrılarak Kapadokya’da kendi içine kapanan Aydın’ın, Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) da bir şekilde kendini taşrada bulan doktorun yalnızlığı gibi Ahlat Ağacı’ndaki Sinan’ın yalnızlığı da; akıp giden şehir içinde sabit duran karakterin uzun bakışlarıyla ve karakterin yüzünün izleyiciye gösterdikleriyle betimleniyor. Sinan’ın içsel yolculuğu, filmde bolca diyalog olmasına rağmen hâlen bu bakışlarla anlatılıyor. Sinan’ın nasıl hissettiği, ağzından çıkanlardan çok, yüzündeki yaralarla izleyiciye aktarılıyor.
İdris, emekli olduğunda köydeki evine yerleşmek istiyor. Her haftasonu oraya gidip bir kuyudan su çıkarmaya çalışıyor. Babası dahil köydeki herkes, kuyudan su çıkmayacağını ve İdris’in boşuna çabaladığını söylese de; İdris şakalarına devam ederek, yüzündeki gülümseme hiç yok olmadan her hafta kazmaya devam ediyor. Sinan öğretmen ama atanmayı bekliyor, taşradan kaçmak istiyor ama kentte kaybolmaktan da korkuyor. Film boyunca izleyicinin karşısına çıkan “içinden bir türlü su çıkmayan kuyu” nun içinde sanki Sinan. Kazıyor, kazıyor ama bir türlü su çıkaramıyor.
Sinan’ın bu durumu, bir bakıma günümüz Türkiye’sine de benziyor. Ülkemizdeki birçok öğretmen gibi Sinan, okuduklarıyla kendine bir öğretmen kimliği oluşturmaya çalışıyor, belki de toplum tarafından bu şekilde görülmek istiyor; ancak yalnızca kendini kandırıyor. Kanmak istiyor belki de, belki de Çan’da bunu başarıyor. Nitekim kendi kimliğinin farkına varmak varken, maskesinin içinde kayboluyor Sinan. Ne olmak istediğinden emin değil ve olması gerektiği gibi olmaya çabalıyor. Belki hiç öğretmen olmayı istememiş, sınav sonucundan dolayı okumak durumunda kalmış; belki de öğretmenliği yazar olmak için kendine bir araç olarak görmüş. Belki de bir yerlerde birilerini görmüş ve özenmiş, kendine böyle bir kimlik yaratmak istemiş Sinan.
Filmin ilk çeyreğinde Sinan, arkadaşıyla konuşurken bir yandan Çan’dan nefretle bahsedip, bir yandan da bir tepenin üstünden kasabaya bakıyor. İzleyici daha sonra Sinan’ın dolambaçlı yollardan bu yokuştan inişini görüyor. Bu sahne aslında Bir Zamanlar Anadolu’daki elma sahnesine çok benziyor. Sinan, her ne kadar tepeden bakıp atıp tutsa da, oraya ait olmamak için elinden geldiği kadar çabalasa da dönüp dolaşıp gideceği yer yine “çürümüş elmaların yanı” oluyor. Elmalar nasıl suyun akıntısına kapılıp gidiyorsa, Sinan da nefret ede ede, dolana dolana o tepeden aşağı iniyor. Başka gideceği yer yok; ama ne oraya, ne de buraya ait.
Filmin bir başka sahnesinde Hatice (Hazar Ergüçlü) ile karşılaşan Sinan, Hatice’ nin başka seçeneği olmadığını ve evlenmek zorunda olduğunu duyuyor. Başka bir sahnede ise annesinden (Bennu Yıldırımlar) bütün bu olanlara rağmen ikinci bir şansı olsa yine babasıyla evleneceğini duyuyor. Sinan da aslında film boyunca hep bir şeyleri değiştirmek istiyor; fakat kaderinden bir türlü kaçamıyor. Mucizelerin gerçekleştiği, karakterlere bolca seçim sunulan bir film değil bu; tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi seçimler kısıtlı ve Sinan ne kadar çabalarsa çabalasın, ona çizilen o çıkışı olmayan “dolambaçlı yol”dan bir türlü kurtulamıyor.
Ahlat, dalından koparıldıkatan sonra yenmeden önce bir süre olgunlaşması beklenir. Üniversiteden yeni mezun olan Sinan, köyüne döndüğünde bütün tanıdıklarıyla tekrar yüzleşiyor ve yavaş yavaş saflığı kaybolmaya başlıyor. Küçüklüğünden beri babasını kumar bağımlılığıyla eşleştirmiş olan Sinan, babasını hiç anlamaya çalışmıyor. Babasının yapmaya çalıştığı her şey, bir şekilde olumsuz onun için. Filmin sonunda görülüyor ki Sinan, belki de babasıyla sahip oldukları ortak özellikleri farkediyor ve babasını anlamaya, onunla empati kurmaya başlıyor.
Ahlat Ağacı’nda Nuri Bilge Ceylan; bireyin kapana kısılmışlığını, çıkış yolunun ancak iç hesaplaşmalarla bulunabileceğini izleyiciye aktarıyor. Senaryo ve karakterler sürekli değişse de, yönetmen bir kez daha daha önceki filmlerine benzer temalarla izleyici karşısına çıkıyor.
Bu bir eleştiri ya da izlenim değil, çoğunlukla filmin özeti olmuş…