Kimileri onu tiyatro sahnelerinden, kimileri beyazperdeden, kimileriyse televizyondan tanıyor. Şimdilerdeyse yeni filmi Limonata’yla (2015) kamera arkasında da adından söz ettiriyor Ali Atay. Kendisinin ‘içinden komik bir yol hikâyesi geçen tatlı bir film’ olarak tanımladığı ilk yönetmenlik deneyimi olan filminin vizyona da girmesiyle, ünlü oyuncuyla birçok konuyu kapsayan keyifli bir sohbete gerçekleştirdik.
“Yönetmeni hissetmek istemiyorum, senaryoyu hissetmek istemiyorum, oyuncuların oynadıklarını hissetmek istemiyorum. Bir mevzuya şahitlik etmek istiyorum. Benim, bundan sonra film yaparsam üzerinde çakılı bir şekilde inat edeceğim mevzu budur.”
Limonata uzun zamandan beri izlediğim en iyi Türk filmlerinden biriydi. Hem güldük, hem de hüzünlendik. Filminizi çok başarılı buldum, bu yüzden başlamadan teşekkür etmek isterim.
Oh, süper, eyvallah! Ben teşekkür ederim.
Filmin yaratım ve çekim sürecini nasıl tanımlarsınız? Anladığım kadarıyla uzun süre önce başlamışsınız bu filmi projelendirmeye.
Evet, senaryo bizim elimizde var olan bir hikâyeydi. Onu 5-6 yıl beklettikten sonra revize ettim. Hep söylediğim bir şey var ya, hani bir alan yaratmak istiyoruz kendimize. İşte alan yaratmaya film çekerek başlamak bana çok mantıklı geldi. Kendi filmini yapmak, bir insana birçok yolu beraberinde açabilir hissi uyandırdı bende. Filmi tamamen; bugüne kadar öğrendiğimiz, bize ezberletilen şeylerden uzak bir şekilde çekmeye çalıştım. Bütün sistemlerden, bütün set ve reji mantığından…
Benim on küsur senedir film setlerinde sıkıntılı olduğunu duyduğum ne varsa, onlar giderildiğinde nasıl bir film ortaya çıkar endişesiyle, merakıyla yaptım bunu ve hep beraber, aslında bunun olup olmayacağını görmek istedik. O yüzden sette çok güzel, çok rahat vakit geçirdik. İnsani şartlarda çalıştık mesela. Günde 9 saat çalıştık, haftada iki gün repo yaptık ve üç haftada bitirdik filmi. Hiç kimse ölmedi. Akşam 4’lerde 5’lerde set bitiyordu, evimize gidiyorduk, takılıyorduk. Yani yorulmuyorduk ve gerçekten film çektiğimizi hissetmiyorduk o an. Üstümüzden tır geçmiyordu ve ertesi günü bayağı iple çekiyorduk hepimiz. Gidelim sahnelere bakalım falan oluyordu ve şunu fark ettim; film bitti, dedik ki galiba oluyor, bir de montajına bakalım. Film, montajdan sonra kendini belli edecek. O zaman da iyi sonuç alırsak, “Bu iş oluyormuş abi!” deriz. Montajdan sonra oturduk dedik ki “Bu ülkede niye yapılmıyor bu?”. Çok basit; yapman gereken sadece anlatmak istediğin şeye hâkim olmak, mesele bu yani.
Oyuncuları, set ekibini, kendini bu kadar yıpratmanın hiç kimseye bir faydası yok, sonuca da faydası olmuyor maalesef. Görüyoruz yani örneklerini, o yüzden bütün bunları bir kenara bırakıp film çekmeye hazırlandığında mental olarak da bazı şeyleri devirmeye başlıyorsun. Bunu hissediyorsun ve bu olumlu bir sonuç olarak sana geri dönüyor. Hikâye anlatımının senin algıladığın şeyle birebir bağlantısı var, yani anlatmak istediğin şeyi 600 bin açıdan anlatmana gerek yok, kafanda kurduğun andaki fotoğrafa ulaşmak için tek bir açı lazımdır. İnsan aynı anda altı açıdan bir kareye odaklanamaz, yani insan gözüyle çekmek istedim ben biraz filmi. Gerçekten de, onların etrafında onlara bakan, yanlarında duran, onları takip eden ya da birini düşünürken onun neresinden ona bakarsın hissiyle yaklaşmak istedim onlara. O yüzden tek plan çekim diye tek plan çekmedim o kareyi; öyle planladığım, öyle hayal ettiğim için öyle çektim. Sonra bir araya gelip baktığımızda montajı da çok kolay oldu bu yüzden. Hiçbir kamera hareketi, hiçbir reji hareketi görmedik hiçbirimiz, hissetmedik onu. Bence bu yapılması gereken bir şey. Biri orada müdahale etmemiş hissi vardı ben izlerken. Bu, filmi tamamen dışarıdan bir gözle izlediğim zaman söyleyebileceğim bir şey. Benim bugüne kadar yaptığım bütün işlerde aradığım esas şey bu. Yönetmeni hissetmek istemiyorum, senaryoyu hissetmek istemiyorum, oyuncuların oynadıklarını hissetmek istemiyorum, bir mevzuya şahitlik etmek istiyorum. Benim, bundan sonra film yaparsam üzerinde çakılı bir şekilde inat edeceğim mevzu budur.
Peki, Limonata’nın daha da derinlerine inmeden önce, konservatuar öğrencisi olmaya karar vermenizde etkili olan bir durum oldu mu, neden böyle bir yola girdiniz?
Orada bir sürü durumlar oluyor. Daha 17 yaşında bir insanın karar verme yetisi çok zayıftır. Çeşitli sebepler oldu, gündelik ergen hezeyanları falan. İşletme okuyacaktım, sonra karar değiştirdim tiyatro okumaya döndüm. Bunun için bir sürü kavgalar verdim ailemle ama şu an hissediyorum ki o dönemde verdiğim en doğru kararmış, yapamazdım başka bir şey.
Bugün bulunduğunuz yeri doğrudan etkilediğini düşündüğünüz, hayatınızda belirleyici rol üstlenmiş olan özel bir işiniz var mı?
Var tabii. Leyla ile Mecnun bizim, hepimizin cevabıdır çünkü orada bambaşka bir şey çıktı ortaya. Aynı bu kafada, demin bahsettiğim kafada yapılmış bir iş olduğu için de bir sürü insan tarafından, bir kitle tarafından kabul gördü, bu bizi çok tatmin etti. O fikri beslemeye çalışıyoruz aslında. İnsanlar şöyle diye düşünebilirler: “Onun ekmeğini ne yediniz.” Biz hiçbirimiz öyle insanlar değiliz, sadece o fikri genişletmeye, çoğaltmaya çalışıyoruz. Biraz büyümek taraftarı olan insanlarız ve hayatımız boyunca da Leyla ile Mecnun rüzgârı bizimle beraber olacak. O sırtımıza, bir yerimize yapıştı, öyle gideceğiz yani.
“Hikâye anlatmak, eğer içinde senin baktığın yere bakabilecek bir ekip de varsa dünyanın en acayip şeyi.”
Onur Ünlü’yle yıllar boyu çalışmanın size yönetmen olarak farklı bir bakış açısı kattığını düşünüyor musunuz?
Ben Onur Ünlü’yü her şeyden önce insan olarak çok seviyorum. Onur Ünlü bir yönetmen olmasaydı ve aynı adam olsaydı, yine aynı şekilde insan olarak çok severdim ve onun fikirlerine saygı gösterirdim. Bence Onur Ünlü de bir yönetmen olarak kendini bir noktada görmüyordur. Onun da ötesinde Onur bir şair; duyguları şekillendirmeyi, duyguları ifade etmeyi çok iyi bilen, ustaca yapan ve bunun yanında film de çeken bir adam. Çektiği filmlerin bazıları şiirleri gibi oluyor, bazıları kötü şiirleri gibi oluyor. Böyle olduğu için Onur’un hayatımın her alanında arkadaşım, dostum, ağabeyim, kardeşim olarak çok büyük etkileri var. Benim de ona etkilerim var, birbirimizi çok etkilemişizdir yani, her durumda birbirimizi ararız, fikir sorarız. Ben kariyer olarak hiçbir şeyi yapamıyorum, yapmak istemiyorum, görmüyorum ve mutsuz olduğum bir şeyi asla beceremiyorum. İstemediğim bir şeyin içinde var olamıyorum, bu anlamda hiç profesyonel değilim yani. Sevmediğim bir şeyin içinde var olmaktansa sonucu ne olursa olsun oradan uzaklaşmayı tercih edebilirim.
Film yönetmek de benim için öyle, sadece bir şey denemek istedik. İyi bir hikâye anlatmaya çalıştık. İyi hikâye anlatmanın yollarının olabileceğini düşündüğüm için de bunu ben yapmak, bu yükü ben omuzlamak istedim. Oyunculuk da benim için öyle, oyunculuk kendimi ifade etme yollarımdan biri. Film çekmek de, senaryo yazmak da öyle. Mesela Ot dergisinde düzenli olarak yazmaya başlayacağım Mayıs (2015) ayından itibaren. Bunu yapmak istememin sebebi de şu: İnsanın, bu kadar işlerle boğuşan bir insanın nefes almaya bir alan yaratması gerekiyor kendine. Bu işler beni boğduğu için söylemiyorum tabii ki ama tamamen yazarken kendimi hatırladığım bir alan orası. Ben serbest çağrışıma biraz inanan ve yaptığı işleri biraz bunun üzerinden yapmaya çalışan biriyim. Neden böyle olduğuna dair de bir fikrim yok ama serbest çağrışımla hareket etmek için, mesela bir senaryonun serbest çağrışımla ilerlemesi için, bir öykünün, bütün ayrıntıların, araların, çok kuvvetli olması gerekir. Bunun için kendinle biraz ilgilenmen gerekir.
Ben mesela iş yapıp uzun süre dinlenmeyi tercih eden biri oluyorum, aslında dinlenmiyorum, o biraz kendime yatırım yapma, kendimi besleme dönemi oluyor. Ben de Özledim’den sonra insanlarda “Ne oldu, bu adam ne yapıyor, neden kayıplara karıştı?” durumu çıktı, ben kayıplara karışmadım. Tam tersi çok rahat bir dönem geçirdim çünkü hiç kimseyle ilgilenmiyorsun, hiç kimseye bakmıyorsun, müzik dinliyorsun, kitap okuyorsun, film izliyorsun deliler gibi, kendinle ilgilenip spor yapıyorsun, arkadaşlarınla buluşuyorsun, yemek yapıyorsun, yemek yiyorsun, dolaşıyorsun… Dolaşmak mesela, benim bütün işlerimin bir tarafında nedense bir yol fikri var. Neden olduğunu bilmiyorum. Geçenlerde biriyle konuşurken fark ettim bunu, içinden bir yol geçiyor muhakkak her şeyin. Ya yol geçiyor ya da bir yere sabitlenmiş bir durum oluyor. Bu, sanıyorum ki tiyatroyla ilgili bir durum. Tiyatro kapalı bir yerde, bir kutuda yapılan bir hikâye ya, tiyatrodan kaçmak için de bir yola çıkman gerekiyor. Benim hayatımın çok büyük bir kısmını kapladığı için tiyatro, herhâlde böyle bir durum çıkmış ortaya. Yani geniş bir hikâye anlatmaya çalıştığımda yoldan, derin bir hikâye anlatmaya çalıştığımda sabit bir mekândan faydalanıyorum.
Peki tiyatro demişken, tiyatroya devam etme isteğiniz var mı?
Bunlarla ilgili gerçekten hiçbir plan yapma durumum söz konusu olmuyor çünkü ihtiyaç duyuyorsun buna, aşermek gibi. Tiyatro yapmaya gerçekten ihtiyaç duymam lazım. Çok uzun süre tiyatro yaptım, şimdi de tiyatrodan biraz uzak kalmayı tercih ediyorum. Nedenini bilmiyorum, tiyatroyla ilgili bir problemim olmadı, bir sıkıntım olmadı ama şimdiki dönemde oyunculuk da benim için öyle bir noktaya gelebilir ki gelmek üzere. Ben hikâye anlatmanın, şu dönemimde bana daha çok haz verdiğini düşünüyorum çünkü oyuncuyken hikâye anlatmaya başladım. Kendi hikâyemi anlatmaya çalışıyorum, karakterleri böyle yaratıyorum ve bu, Onur’un da itelemesiyle “Git abi, artık kendi filmini yap.” demesiyle oluşmuş bir mevzu. Yani hikâye anlatmak, eğer içinde senin baktığın yere bakabilecek bir ekip de varsa dünyanın en acayip şeyi.
Onur Ünlü’nün şiirlerinden bahsettik, yakın zamanda “Kocaeli’sin Sen Bizim Canımız”ı bestelediniz, müzikle de ilgileniyorsunuz. Leyla ile Mecnun ekibiyle Leyla the Band’i de kurdunuz. Peki müzik işi, dönem dönem devam edecek bir proje mi?
Evet aynen. Grup işi de öyle. Biz bu işleri profesyonel yapmayalım istiyoruz, hayatta nasılsa. Ara ara gittiğin bir kafe vardır, ara ara buluştuğun bir arkadaşın vardır. Bu işleri öyle gördüğümüz müddetçe bunlar bizim için hem haz verici olur hem uzun soluklu, ölümsüz şeyler olur düşüncesindeyim. Yani o yüzden ara ara müziğe dönebiliriz, ara ara beraber film çekebiliriz, ara ara ben oynayabilirim. Ben bazen Onur’un oynamasını istiyorum, onu zorluyorum, oynamalısın falan diye. Onun senaryosunu çekmek istiyorum. Ben bir senaryo yazayım o çeksin, anlatabiliyor muyum? Böyle bir ekip, çete değil ama bir ekip olalım ve bu, gün geçtikçe çoğalsın istiyorum çünkü yalnızlık iyi bir şey değil, yalnızlık korkunç bir şey. Seni anlayan insanlar varsa etrafında onlara sahip çıkmak gerekiyor, birbirimize sahip çıkmamız gereken bir dönemden de geçiyoruz aynı zamanda.
Onur Ünlü, Serkan Keskin ve Osman Sonant’la daha önceden tanışıyor muydunuz?
Onur Ünlü’yü, Serkan’ı, Osman’ı biliyordum ama işlerini iyi yaptıkları için biliyordum. Sonra bir araya gelince çok iyi arkadaş olduk.
Etkilendiğiniz filmleri ve yönetmenleri sorsam?
Bu çok değişiyor. Yani o kadar çok film izledim ki hayatım boyunca, bazı zamanlar günde beş film izlediğim 2-3 aylık bir süreç oluyor. O yüzden özellikle yönetmenlerin tarzı değil ama gözlemleyebildiğimiz dönemlere göre değişimleriyle ilgileniyorum. Çalkalanıyor, gidiyor, değişiyor, anlatmak istediği şeyler kendi hayatıyla doğru orantılı oluyor. Ben mesela, röportaj denen şeyi uzun bir süre o anlamda anlamadım, çok derin bir yerden bahsediyorum. Bir gazeteyle röportaj yapıyorsun, “O da mı reklam için acaba?” diyorsun. Hayır, süreçte bu işi yapan insanın kendine ait dönemsel değişimlerini o röportajlarla takip ediyorsun, biz de böyle takip ediyoruz. Mesela atıyorum Woody Allen’ın başlarkenki heyecanıyla son filmi arasındaki heyecanından neler yaşadığını, hayatında neler geçtiğini anlayabiliyorsun. Filmlerini izleyerek, yaptığı röportajlara bakarak… Bir yönetmenin her filmini sevmiyorsun muhakkak.
Çok film izlemekten bahsettik, peki festivalleri takip ediyor musunuz?
Festivalleri takip ediyorum ama bu sene yoğunluktan İstanbul Film Festivali’ni, görmek istediğim filmleri takip edemedim. Ben festivalleri böyle durumlarda sonradan takip ediyorum. Şimdi biz torrent çocuklarıyız yapacak bir şey yok, mecburuz buna ve ben buna karşı değilim. Benim filmim de torrentten indirilsin. Biz o filmleri nereden izleyecektik yoksa, nasıl izleyecektik? Bütün filmler gelmiyor, festivallere gidemiyorsun çoğu zaman. Konservatuarda okurken festivalde öğrenci gibi çalışıyorduk. Arkadaşlarımla karşılaşıyordum “Nereye gidiyorsun?”, “Şuraya gidiyorum.” ,“Ben de buraya gidiyorum.” diye, bütün gün koşturuyorduk. Ama şimdi öyle bir dönemim, öyle bir durumum söz konusu olmuyor ve o anlamda baktığında torrent hepimizi eğitti, filmleri öğretti bize. Yani film izlememize yardımcı oldu.
Peki son festivalden yola çıkarak konuşacak olursak Türkiye sinemasında son yıllardaki sansür mevzusu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Sansürün olduğu bir ülkede ne film yapılabilir, ne şiir yazılabilir, ne edebiyat yapılabilir. Hiçbir şey yapamazsın, sansür korkunç bir şeydir, sansürden daha korkunç olan şeyse otosansürdür. Biz yeter ki bu tuzağa düşmeyelim. Otosansürle senaryo yazmaya başlayan bir senaristin filminden hiçbir hayır gelmez, ben öyle düşünüyorum yani. O yüzden sansürün olduğu yerde içerik ne olursa olsun, hiç önemli değil, orda ben yokum, olamam. Ama burada, bu festivalle ilgili şöyle bir durum oldu. Filmlerimizi festivalden çektik, hiç düşünmeden çekilir yani böyle bir durumda, ama bir taraftan da İKSV var. Çok dengeli davranmak gereken bir hâldi çünkü İKSV’yle büyüdük. Ben çok değer veriyorum İKSV’ye ve İstanbul Film Festivali’ne; çünkü algısal olarak da, beni eğitme biçimi olarak da çok borcum var ona benim. Onunla büyüdüğümüz için bir vefa borcu gibi. Önce İKSV’nin fikrini sorduk: “Biz çekeceğiz filmleri ama baltalamış mı olacağız festivali?” Geri dönüşleri de tahmin ettiğim ölçüde oldu. Onlar da destek verdiler ve o açıdan doğru bir hareket yaptık aslında ama insanların kafası karışıyor. Benim de karışmıyor değil çünkü bu tür eylemler çok sık yaşanmıyor. Sansüre karşı sansürle tepki göstermek doğru mu, ne kadar doğru? En azından bunu tartışmaya başladığımız bir dönem oldu bu. Sansür yapılmasın diye kendi filmini sansürlemek, gösterimden uzaklaştırmak ne kadar doğru? Bundan hiçbirimiz emin olamayacağız. Ama bu, tartışılacak bir süreç yarattı şimdi. Evet, festivaller iptal edildi, Ankara’yı da iptal ettiler, ama sonucunu göreceğiz. İnşallah sansürün olmadığı, karşı sansürlerin de olmadığı bir dönem bekliyordur bizi. Bütün umudumuz o yönde olsun.
Son dönem Türkiye sinemasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Hepimizi çok rahatsız eden şöyle bir durum var, neden olduğunu çözemediğimiz: Ülke gibi ülkenin sineması da çok karışık, çok tuhaf, anlaşılmaz bir durum var. Bir dönem yaşıyoruz ve komedi pornosu dönemi geçiyor ülkede. Gerçekten baktığın filmler çok pornografik düzeyde ‘komik değil’, anlatabiliyor muyum? Bunu çekiyorsun ve gişelerden, seyircilerden karşılık alıyorsun, yüksek gişeler yapıyorsun, aklım almıyor bunu. Yani, bunun formülünü bulduğunu sanıyor bazı insanlar ama bir şeyin formülü ülke sinemasının dejenerasyonuyla sonuçlanamaz. Herkes doğru bildiğini yapmak yerine seyircinin neye geleceğini düşünerek iş yapmaya başladığı için akıl almaz bir dönem geçiriyoruz. Ben mesela bu filmi yaparken ne komik olmasını, ne yol hikâyesi olmasını, ne hüzünlendirmesini, hiçbir şeyi planlamadım. Bir yolculuğa çıktık o karakterlerle. Ertan’la senaryoyu düşünürken, o yolculuk bizi nereye götürürse oraya gittik, çok organik bir şekilde hikâye kurduk. Komediyi planlamadığımız hâlde filmin içinde çok komik sahnelerin olması, tamamen mevzunun organik olmasından kaynaklanıyor. Ben onu komik olsun diye yapsaydım, bütün film başladığı andan sonuna kadar gümbür gümbür ve komik olsaydı, ee ne olacaktı? Biz para kazanacaktık sadece. Biz bir hikâye anlatmak istiyoruz. Orada gittikleri zaman iki kardeşin kardeş olma mevzusunu anlatmak için elimizde sağlam bir toprak parçası olması lazım ki ondan bir malzeme yaratabilelim. Evet, biz bunu rahatlıkla paraya, gişeye dönüştürebilirdik. Komedi sevdiğim bir alan, ben çok seviyorum ama bu filmi izleyen insanlarda da o tür beklentiler oluyor: “İşte son yarım saatine kadar deli gibi güldük, sonra…” Ama ben gerçekten güldürmek için yapmadım filmi, böyle bir niyetim yoktu. İki kişinin kardeşlik hikâyesini anlattım. Ben hep şunu diyorum: İçinden komik bir yol hikâyesi geçen tatlı bir film.
“Oyunculuğu öğrenirken yanında müziği de öğrendim, resmi de, filmi de öğrendim. Senaryoyu da, edebiyatı da, şiiri de öğrendim doğal olarak. Hepsi birbirinin içine girdi, bana bir yol çizdi bunlar ve o çizdikleri yoldan giderken kendimi tanımlayamam. Hepsinin var olduğu bir yerden geçiyorum.”
Peki gelecekte bir oyuncu olarak çalışmak isterim dediğiniz yönetmenler ya da bir yönetmen olarak çalışmak isterim dediğiniz oyuncular var mı?
Var var, ülkede müthiş oyuncular var. Daha geçen gün konuştuk, bir arkadaşım söyledi hatta, “Çok iyi oyuncu arkadaşlarımız var etrafımızda.” dedi ve “Biz varız. Yani bir kişinin daha, bizi anlayan bir kişinin daha film çekmesi, yönetmenlik yapması bizim daha çok işimize gelir. Sen film çek abi.” dedi ve ben bir an düşündüm, “Evet.” dedim. Oyuncuyu anlayan bir yönetmenle çalışmak bütün oyuncuların düşüdür, en büyük hayalidir, çünkü en zevkli durumlar o setlerde yaşanır. O yüzden ben oyuncu olup olmadığıyla da ilgilenmiyorum, ben algısıyla ilgileniyorum bir insanın. Herkes oyunculuk yapabilir. Oyunculuk bir meslek değildir yani, olmamalıdır. Meslek dediğin şey görüntü yönetmenliğidir ama oyunculuk meslek olamaz. Meslek olarak gördüğün noktada profesyonel algılar girmeye başlar devreye, o seni köreltir zaman içinde.
Siz kendinizi nasıl tanımlarsınız, oyunculuğu bir meslek olarak görmüyorsanız?
Bilmiyorum, tanımlayamıyorum yani. Evet ben oyunculuk okudum, konservatuar mezunuyum, tiyatro okudum. Oyunculuğu da hep bu şekilde yaptım, en iyi bildiğim şey oyunculuk benim. Ama oyunculuğu öğrenirken yanında müziği de öğrendim, resmi de, filmi de öğrendim. Senaryoyu da, edebiyatı da, şiiri de öğrendim doğal olarak. Hepsi birbirinin içine girdi, bana bir yol çizdi bunlar ve o çizdikleri yoldan giderken kendimi tanımlayamam. Hepsinin var olduğu bir yerden geçiyorum. O yüzden şey gibi düşünmüyorum bunu, “Onu da yapacağım bunu da yapacağım…” değil, yapabileceğim şeyler var ve o şekilde daha iyi anlatabileceğimi düşündüğüm hikâyelerim var. Bazı hikâyeleri bazı dönemlerde anlatmanın daha doğru olduğunu düşündüğüm hâller var.
Limonata üzerine çalışmaya nasıl başladınız?
Fikrinden başladık çalışmaya. Yapalım durumundan çok, bir hikâye oluşturalım. Mesela “Makedonya’ya gidelim.” dedi Ertan, ben de “Arabayla gidelim.”, ondan sonra “Giderken çekelim.” dedim. “Madem çekeceğiz bir şeyleri planlı yapalım, bir şeyler karalayalım.” dedik, “Madem karalıyoruz senaryo yazalım, hikâye kuralım falan…” diye kendiliğinden gelişti yani. Bu film aslında kendi kendini yarattı. Kendi oyuncularını seçti, kendi yönetmenini seçti, kendi rengini seçti, kendi mizansenini, rejisini seçti, kendiliğinden ortaya çıktı bu film.
Limonata üzerinde çalışıldığını ilk duyduğumda aynı zamanda oyuncu da olduğunuz için başrolü oynamanızı beklemiştim ama böyle bir yola gitmemişsiniz, bir nedeni var mı?
Hikâyeyi anlatmak kısmı benim için daha ağır bastı. Eğer düşündüğümüz, anlaştığımız bir yönetmene teslim edebilseydik senaryoyu, belki oynardım ama şu anda net bir şekilde şunu görüyorum: Serkan Keskin’in rolü tam benim kafamda kurduğum karakter. Ben onun karakterini oynasaydım ekseni kayardı, başka bir şey olurdu. Serkan’daki o ağırlığı, o Lazlığı, o İstanbulluluğu, o yoldaki kocaman adamın bir anda çocuklaşmasını istiyordum ve Serkan o kadar iyi oynadı ki onu, ben öyle oynayamazdım. Başka türlü oynardım ve düşündüğüm zaman, ilk şunu görmeye başladım: Doğru oynanması mı benim oynamam mı? Doğru oynanmasını düşüneceksek, ki biz bunu filmde çok yaptık, görüntü yönetmeniyle bir sahneyle ilgili konuşurken “Nereye kuralım?” dedi. Dedim ki – yoldan geçerken çekilecek bir sahneydi – “Doğru olanı mı istiyorsun güzel olanı mı istiyorsun? Ona göre kuracağız çünkü seti.” “Çok güzel bir soru. Doğru olanı istiyorum.” dedi. Arkamızda muhteşem bir kır vardı, ayçiçekleri duruyor böyle. Görüntü yönetmeni bunu kabul etti çünkü doğru olan tarafa döndük biz, doğru olan taraftan baktık oyunculara. Bütün filmi de doğru bulduğumuz hangisi diye çektik.
Peki geleceğe dair pek plan program yapmadığınızı söylediniz ama başka bir film çekme düşünceniz var mı?
Var. Evet, somut olarak baktığımızda film çekme işini çok sevdim ve bundan zevk almaya bir süre daha devam etmek istiyorum. Çok hoşuma gitti hikâye anlatmak çünkü oyuncularla kurduğum ilişki de beni tatmin etti. Kıskanırım sanıyordum Serkan oynarken “Benim rolümü oynuyor.” diye ama onun yükselterek oynadığı sahneler beni çok tatmin etti.
Ertan Saban’ın rolü için herhâlde hep onu düşündünüz.
Ertan, hep Ertan’dı. Ertan olağanüstü oynuyor zaten, bence gerçekten dünya standartlarında bir aktör, müthiş bir adam. Ertan’ın bence bugüne kadar biraz yanlış işlerde yer almasının sıkıntısını yaşama hâli var. Onun da sebebi birtakım yönetmenler. Ertan’ı hep kendi başına bırakıp hep ondan beklenen rolleri oynatmışlar. Ertan çok risk alarak girdi bu işe. Teslim etti kendini bana. Çünkü bu, teslim etmese yapamayacağımız bir şeydi ve çok yakın arkadaş olduğumuz için de “Olmayacaksa da seninle olmasın!” dedi. Ben de elimden gelen her şeyi yaptım onun için.
Filmden çıktığımda ilk yaptığım şey yanımdaki arkadaşıma dönüp “Ertan Saban neden çok ünlü değil?” diye şaşkınlıkla sormak olmuştu.
Değil mi? Çok güzel işte, aynen, aynı şeyi sordum, dedim ki “Senin bayağı dünya starı olman lazım.” İşte başa dönüyoruz, bu yüzden film yaptık biz. Ertan’ın bir şekilde güvenip kendini teslim etmesi gerekiyordu birine. Yönetmene demiyorum, birine teslim etmesi gerekiyordu. Ben onlar için sahneyi kurdum, senaryo yazdım, onları bir araya getirip sahnelerle ilgili yönlendirdim, onlar beni yönlendirdiler, yükselttim. Oyunculuk biraz dışarıdan gözetilmeyi ister, onları dışarıdan izleyen kişi oldum. Ama onlar gibi, ne düşündüklerini bilerek izledim onları. Yani birbirimizi çok doğru yönlendirdik, en önemlisi birbirimize yalan söyleyemedik. Ben, çok sıkıştığım noktada yönetmeni kandırabilirim. Yalandan bir sahneyi oynarım ve yönetmen de yer bunu. Ama ben onların yalandan yaptığı hiçbir şeyi yemedim. Ben de onlara yalandan mizansen kurmadım. “Abi şimdi burada bunu getirdin ağzımıza soktun, buradan bilmem ne yaptın, açılar geliyor…” vs. O mizansenin hiçbirini yemez oyuncu. Hiçbir oyuncu yemez, sadece idare eder durumları. Yönetmenler konuşur: “Buradan çekeceğim, böyle aşağı yöne geleceğim Jimmy ile tepeden…” Hiçbir oyuncunun umurunda değildir, yemez onu. Onu düşünmeden sadece açılar arasından kendine en uygun olanı seçer ve ona göre oynar. Oyuncunun, bütün oyuncuların hikâyesi budur. Ben bunu biliyorum, şunu da biliyorum; onların benim kuracağım sisteme tepki göstereceklerini de… Birbirini kandırmadan bayağı gözlerinin içine baka baka gerçekleri söylediğimiz bir oyun oynadık yani.
Peki şu an dizi setinde bu şekilde rahat bir ortamdan söz edebilir miyiz?
Dizi, televizyon denen şey çok karışık bir mevzu. Hiçbirimizin aklı almıyor. Televizyonda uygulanmaya çalışılan sistem bence şu dönemde çok yanlış. Kendimize biraz rahat bir alan yaratarak pek böyle çalışmayacağımız ama eğleneceğimiz de, ölmeyeceğimiz, ağır dramlar peşinde koşmayacağımız alanlar yaratalım derdiyle televizyonda iş yapıyoruz. Biraz da para kazanalım ki film yapabilelim derdiyle. O yüzden böyle tatlı, eğlenceli bir şey yapıyoruz. Televizyon bir fabrika, işte burada işini iyi yapmaya çalışacaksın. İşini iyi yapıp bunu yürütmeye çalışacaksın. Butik bir şey yapmak için, bir karakter çıkarmak için, kalıcı bir şeyin ve bir hikâyen olması gerekiyor.
Çok teşekkür ederim bize zaman ayırıp sorularımızı cevapladığınız için.
Ben teşekkür ederim.
Baldaşımın emeğine sağlık, güzel bir röportaj olmuş 🙂
Röportaj için teşekkürler