“Sinema bir hayaletler sanatıdır ve hayaletlerin savaş alanıdır. Ben sinemanın sıkıcı olmadığı zamanlarda sinemanın bunun hakkında olduğunu düşünüyorum. O hayaletlerin geri dönmesine izin veren sanattır…Bu nedenle, eğer ben bir hayaletsem ancak kendi sesime kavuştuğuma inanıyorsam, bu kesinlikle benim kendi sesim olduğuna inanmamdan, benim kendi sesimin ötekilerin sesi tarafından ele geçirilmesine izin vermemden ötürüdür.” (Derrida ve Stiegler, 2002:117)
Diğer her sanat gibi sinema da has anlamı arar. Sinemayı yapan kadar tüketen için de bu anlam arayışı geçerlidir. Filmlerde o “aydınlanma” anını yakalamak, doğruyu bulmak, filmin özüne inip onun bizi sonsuza kadar değiştirmesine izin vermek her ne kadar çekici olsa da, arayışın da değerli olduğunun farkında olmak belki de daha önemlidir. Jacques Derrida’nın da altını çizdiği gibi film, hayaletlerini de ekrana taşır. Bunlar filmin olduğu ve olabileceği versiyonlarının ekrandaki haliyle çatışma içinde olması, vermeye çalıştığı şeyin alıcıya göre şekillenmesi ve öncesinde gelen ve onu takip edecek kavramları hatırlatmasıdır. Bu karmaşa çözülebilir mi? Bu kadar çoklukta, ve yoklukta, gerçek anlamı bulmak mümkün müdür? İnsan hayatına musallat olan bu içinden çıkılmaz sorunlar sinemanın da peşini bırakmaz.
Belirsiz senaryosu, belgesel türündeki sahneleri, bilim konferanslarını ve kurmaca anlatıyı içine harmanlayan Krzysztof Zanussi’nin Iluminacja’sı (1973) sinemada bu anlam arayışını genç bir adamın varoluşunu anlamlandırma sürecine yansıtır. Filmin adından da anlaşıldığı üzere, bir fizik öğrencisi olan Franciszek hayatını rasyonel, bilimsel ve felsefi gerçeklerle sürdürmüş, kendisinin de itiraf ettiği üzere “kesin”lerle sürdürmeye çalışan ve o “aydınlanma” anını arayan birisidir. Deneysel kurgu, bilimsel gerçeklerle kişisel deneyimleri birleştirerek bu sözde aydınlanma beklentisini sorgular. Franciszek’in üniversiteye başlamasıyla doktorayı bitirmesi arasındaki o yapıcı yılların deneysel ve “entelektüel” bir biyografisi olarak tanımlanabilecek film, doğrunun peşinde yaşanmış bir hayatın şekillenişini anlatır. Parçacıklı kurgusu bu doğrunun ne kadar zor bulunduğunu kanıtlar niteliktedir; çünkü doğru ne bilimde ne de sevgidedir, belki de hiçbir yerde bulunamaz olandır.
Franciszek’in yaşadığı ilk aşk, kişisel trajediler, evlilik, çocuk sahibi olma gibi neredeyse her insanın hayatını anlamlandıran olayların arasında bilim insanının topluma karşı sorumluluğu konulu konuşmalar ve çeşitli belgesel(ameliyat gibi) tarzı kurmaca olmayan sahneler kurgulayarak bir insanın hayatını tamamıyla yansıtma amacı olduğu bile söylenebilir filmin. Fakat bu sadece filmin olabileceği, olmak istediği bir şeydir— hiçbir film tamamıyla bir şeyi yansıtamaz, tam olamaz; bu yüzden de olabileceği kaybolmuş gelecekler tarafından lanetlenmiştir, aynı Derrida’nın dediği gibi. Filmleri olabilecekleri bu gelecekler, versiyonlar, anlatmayı bitiremediği öyküler yüzünden severiz—bütününde bir şeyi anlatabildiği için değil, anlatabilme potansiyeli hâlâ olduğu için. Film, Franciszek’in doktor ziyaretlerinin sonuçlarını bile bize raporlar hâlinde gösterir, vücudu ve hayatı hakkında her şeyi olgusal olarak biliriz. Yine de, ailesiyleyken hissettiği şeyleri gerçekten bilmemiz mümkün müdür? Yüzünden okuyabildiğimiz kadarıyla belki. Dağlara tırmandığında hissettiği o özgürlüğü tam olarak hissedemeyiz ama film hissedebileceğimiz bir geleceği bize vadeder.
Eğer felsefe hayatın kavramlaştırılmış hâli, fizik ise enerji, güç ve hareketse; şüphesiz ki sinema bu ikisini içinde barındırır ve bunlardan ayrı düşünülemez. Filmin anlattığı şey ise formundan bağımsız düşünülemez, ki anlatı Franciszek’in hayatını adeta bir mercekle sorgularken kendi anlam yaratım süreçlerini de süzgeçten geçirerek olgusal ve bir o kadar da duygusal bir şekilde ortaya çıkarmaya çabalar. Zanussi, gerçekliği yansıtma yollarıyla adeta deney yapar. Beyin tomografisini gösterdiği kurmacadan uzak sahnede duygusallıktan uzak bir gerçeklik görürüz; filmin devamındaki şiirsel sahneyle o beynin neler yapabildiğini, nasıl duygu üretebildiğini hatırlarız. Bu İki gerçeklik arasındaki bağlantıyı bulma görevi seyircidedir çünkü film temsildir, gerçeğin kendisi değil. Film, bu bağlantıyı bulması ve “aydınlanma”yı yaşaması için seyirciye imkân sağlar— ona musallat olan hayaletleri, olanları ve olabilecekleri, ortaya çıkarmaya çalışması için onu iter. Bu ne kadar sonu olmayan bir çaba olsa da, en azından temsilin diyarının dışına çıkarır seyirciyi.
St. Augustine “aydınlanma”yı insanın aklını veye duyularını kullanmadan ilim ve irfana ilk kavuştuğu an olarak tanımlar. Filmin başında bu bir derste açıklanır fakat filmin geri kalanı bunun tersini kanıtlar niteliktedir. Beklenen bu “aydınlanma” anı gelecek gibi olsa da asla gelmez ve elimizdeki şey bitmek bilmeyen bir anlamlar, duyular ve duygular silsilesidir. O saf anlam sadece kavram olarak kalır ve hiçbir gerçek ona tam olarak işaret etmez. Yine de, olasılıklar umudu canlı tutmaya yeter, en azından sinema söz konusu olduğunda.