2015’in en çok ses getiren özgün filmlerinden Abluka, gerek ülke gündemine ayna tutması, gerekse çok katmanlı yapısıyla her izlenişinde yeni şeyler anlatan bir film. Peki, bazı sahnelere ufak dokunuşlar yaparsak, farklı anlam perdelerini aralayabilir miyiz? Gelin, filme biraz daha yaklaşalım:
Ahmet; elinde tüfeğiyle tetikte, odasında yalnızlık ve Coni. Kırık pencereyi hafifçe örten perdeden içeri giren ışıkla odanın karanlığı bir maviye, bir kırmızıya boyanıyor. Evin kapısı çılgına dönmüş bir yumrukla dövülürken abisinin öfkeyle karışık yalvaran sesini duyuyor Ahmet:
“Aç kapıyı! Ahmet’im içerdesin biliyorum, aç kapıyı!”
Evin içiyle dışarısını ayıran mavi demir kapı, salt iki mekândan çok daha fazlasına sınır oluyor aslında. Ahmet’in zihninin içi, düşleri, kurduğu dünya ve tüm sanrıları, koltuğun arkasında gizlendiği karanlığa pusmuş, korku dolu gerçeklerle kurgu arasında bir ayrım yapmaya çalışıyor. Peki, neresi bu ücra karanlık? Neler gizli burada? Kimlerin dünyasının içindeyiz bu evin içine girdiğimiz anda?
İlk filmi Tepenin Ardı (2012) ile Türk sinemasına özgün üslubunu getiren Emin Alper, 2015’e damgasını vuran Abluka ‘da sosyo-politik unsurları, kimlikleri ve arketipleri karakterlerin içine yine ustaca yerleştirmiş. Dolayısıyla bu çok katmanlı filmi okurken karakterlerin konumunu ve işlevini dikkatli bir şekilde belirlemek gerekiyor.
Filmin iki ana karakterinden Kadir, film boyunca entelektüel bir sembole sahip olan tek karakter olarak karşımıza çıkıyor: bir daktilo. Bu nesneden hareketle toplum içerisinde konumlandıracak olursak Kadir, görevini eksiksiz bir şekilde yerine getirmek ve kanunlara uygun hareket etmekten başka bir amaç gütmeyen, okur-yazar bir kesime ait. Fakat bu kesim, aynı zamanda farkında olmadan kendisinden gizlenen politik bir arka yüzle idari birimlerin maşası hâline getirilmiş. Dolayısıyla Kadir, kendisine gösterilen dünyanın ötesinde bir gerçekliğin olabileceğine inanmak istemiyor. Sınırların içinde, güvende olmaya ihtiyaç duyuyor; bunun da yasalara ve toplum kurallarına uymakla mümkün olacağını telkin ederek kendine bu sınırlardan bir abluka oluşturuyor.
Filmin diğer ana karakteri Ahmet ise mesleği ve evinde kurduğu dünya ile iki farklı okuma sunuyor bize. Bu yönüyle filmin sonu da aslında iki şekilde bitiyor. Belediyede, sokak köpeklerinin ıslahı ile sorumlu olan Ahmet, devlet ile köpeklerin temsil ettiği “istenmeyen toplum” arasında bir köprü. Devletin talimatları doğrultusunda istenmeyenlerle muhatap oluyor, onları kontrol altına alıyor ve yok ediyor. Ancak filmin sonunda devletin bu görev için ona verdiği tüfeği, yine devletin güvenlik için tayin ettiği memurlara, polislere doğrultuyor. Dikkat etmemiz gerekir ki bu tüfek, polislerin şahsiyetlerine doğrultulan bir silah değil; devletin, mahiyetinde çalıştırdığı halktan kesim ile “istenmeyenler” olarak gösterdiği bir başka kesim arasında çizdiği sınıra doğrultulan bir tepki. Zira Ahmet, öldüremeyip yanlışlıkla yaralı bıraktığı köpeğe Coni adını vererek onunla duygusal bir bağ ve iletişim kurduğu anda devletin, toplum kesimleri için çizdiği net sınırların ötesine geçilmiş oluyor. Halk, ona “yok edilmesi gereken, istenmeyen” olarak gösterilen bir toplulukla da iletişim içinde olabileceğini anlıyor. Bu noktada devletin dikte ettiği “düşmanlık” kavramı sorgulanıyor; bu sorgulama, nihayetinde Ahmet’in gizli bir arkadaşlık kurması ve bu ilişkiyi diğerlerinden saklayarak her şeye rağmen yürütmeye devam etmesi ile sonuçlanıyor. Bu yönüyle Ahmet, halkta ilk uyanışın, farkına varmanın, sorgulamanın ve yeni bir isyanın temsilcisi. Öte yandan filmde yer alan “duvar” sembolü, Ahmet karakterine bambaşka bir işlev kazandırıyor. Ahmet, kendine ait dünyasını kurduğu evinin içinde yer alan bir duvarı yıkıyor. Aynı tuğlalarla yeni bir duvar örüyor; tamamen ona ait, sınırlarını ve biçimini kendisinin belirlediği bir duvar. Bu duvarı yalnızca bir sınır çizici olarak görmektense Ahmet’in, onu yaparken duyduğu heyecan, keza duvarı bitirdiğinde gözlerine yansıyan mutluluk, bize sanatsal bir eserin çağrışımlarını yapabilir. Duvar sembolüne böyle bir işlev verdiğimizde Ahmet, sanatçı kimliklerin temsilcisi hâline gelir. Sanatçı, demir kapının ardında iç dünyasını yansıtacak bir yer bulamamış, bu nedenle her şeyi karanlığın ardında gizli tutarak yaşamış ve üretmiştir. Kurguladığı birtakım olaylar/sanrılar ile gerçeklik arasında yaşadığı gelgitler de sanatçı yaratıcılığının, politik dünyada, içine bırakıldığı arafı ve anlaşılmazlığını anlatır. Sanatçı, iç dünyasında sınırları yıkıp yeni eserleri dilediği biçimde üretmeye başlayınca devlet, gizli tutulan bu üretimden rahatsız olmuş, Ahmet’in kapısına dayanmıştır. Ahmet’in buna karşı çözümü nedir?
Başladığımız sahneye geri dönecek olursak, bir sonraki adım için iki seçenek vardır: Ahmet, ya evine (iç dünyasına) tecavüz etmeye çalışan emre karşı gelerek kendini savunmak için elinde tuttuğu tüfekle polislere ateş edecek, ya da her şeyi göze alıp tüfeğin namlusunu kendi başına dayayacaktır. Nitekim filmde ilk olayın gerçekleştiğini, sonucunda da Ahmet’in vurularak öldürüldüğünü görürüz. Peki ya Ahmet’in cansız bedeni, mavi demir kapıdan bir intihar nedeniyle çıksaydı? Ahmet, evine zorla girenlerin gözleri önünde kendi varlığını yok etseydi? Bu durumda sanatçı kimlik, karşıdakine her an saldırmak üzere tetikte bekleyen, korku tedirginliğinin bir esiri olmaktan çıkıp kendi varlığının kaderini tayin etme gücüne sahip bir konuma gelecekti. Çünkü intihar eylemi, bu bağlamda bireyin potansiyel gücünü ve özgür iradesini temsil eder. İntihar eden kişi, en temel hakkı olan yaşama hakkını bir diğer kimsenin (devletin) kontrolü altından alarak anarşinin, mümkün olan en üst sınırını eyleme geçirmiş olur. Bu durumu sanatçı kimliği üzerinden değerlendirecek olursak görürüz ki sanatın yaratı gücü, hiçbir kaba kuvvetin ve zorlamanın esareti altına girmeyecek bir özgür iradeye ve kişisel bilince sahiptir. Sanat eseri, bağımsızlığın nesnede dile gelişidir ve hiçbir korkunun güdüsü altında yönlendirilemez. Bu nedenle Ahmet’in savunma hâlinde hareket etmekten ziyade, sorgulanmaksızın dikte edilen yasalara başkaldırı niteliğinde bir eylemde bulunması, devlet karşısında sanatçıyı çok daha yüce bir konuma taşıyacaktır. Ahmet karakterini mesleği üzerinden değerlendirdiğimizde ise olası bir intiharda devlet ile “istenmeyenler” arasındaki köprünün, şiddeti artan bir baskı karşısında kendini nasıl yok edebileceği gözler önüne serilir. Çaresizlikten ileri gelen bir saldırıdansa intihar kararının kişiye verdiği irade gücü ve özgürlük, bireyin, kendi varlığı adına devlet karşısında sahip olduğu yetkinin göstergesidir. Dolayısıyla devlet, mahiyetindeki halkı her ne şekilde yönlendirmeye çalışırsa çalışsın, kurduğu her abluka, kendi içinde patlamaya ve etrafındakileri de yok etmeye hazır bir bombayı çevrelemekten öteye gitmeyecektir.
Abluka, gece karanlığının örtüsüne saklanmış bir derin devletin gerek Kadir gibi görev bilinciyle hareket eden okur-yazar kesimi, gerekse bırakıldığı arafta her an diken üstünde olan ve hiçbir mecrada anlaşılmayan sanatçı kesimi, “korku” unsurlarının kaba muamelesiyle nasıl kontrol altında tuttuğunu gözler önüne serer. Ancak filmde çok katmanlı bir kimliğe sahip olan Ahmet karakterinin, devletin kurduğu abluka içinde intihar etmesi, devlet karşısındaki potansiyel gücü gösterecek ve şüphesiz, bir farkındalığın ilk adımını oluşturacaktır.