Dünya prömiyerini Rotterdam’da yapan, Fil’m Hafızası ekibi olarak ise ilk defa Adana Altın Koza Film Festivali’nde izleme fırsatı bulduğumuz Cemil Şov (2021) filminin yönetmeni Barış Sarhan ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Oldukça başarılı bir festival süreci geçiren ödüllü filmin ödüllü yönetmeni Barış Sarhan bizlere hem filmin hikayesinden hem de kendi serüveninden bahsederken sinemanın kendisi için ne anlam ifade ettiğini de okuyucuyla paylaştı. Psikolojiden sinemaya, Yeşilçam’dan teknik meselelere dokunan bir röportaj hazırladık. Keyifli okumalar.
*Barış Sarhan kimdir? İlk uzun metrajınızı Cemil Şov filmiyle yaptınız. Sinemaya ilginizin başlamasından ve Cemil Şov filminin çıkış hikayesinden biraz bahseder misiniz?
İstanbul’da doğup büyüdüm. Grafik Tasarım, Güzel Sanatlar Bölümü mezunuyum. Sonrasında da senelerce tasarımla uğraştım. Görselliği başka markalara, kişilere sunduğum işlerde çalıştım ve bir süre sonra şu farkındalık gelişti: Ben kendim için ne yapıyorum? “Kendim için bir şey üretsem neye benzerdi?” sorusunun cevabını merak ettim. Kendi yeteneklerimi gösteremediğimi düşündüğüm bir yerdeydim. Kendime bu tarz sorular sorunca başta bir duvara çarptım çünkü hiç düşünmemiştim. Zaten Cemil Şov’a baktığınız zaman da kendi içinde kendi yolunu, sesini bulmaya çalışan birinin çabası anlatılıyor.
Bir zamandır içimde kendini olduğundan farklı gösteren insanlara karşı bir öfke birikmişti. “Derdim ne?” sorusuna cevabımı ararken de bu öfkeyi kullandım aslında. Sonunda vardığım nokta hepimizin farklı ortamlarda, durumlarda farklı personalarımızın olduğuydu. Herkes bir şekilde var olmaya çalışıyor nihayetinde. Bu da beni, biraz da konuyu abartıp parlatarak, kendini gösterme takıntısına giren karakterlerin sonunun ne olduğu düşüncesine itti. Sinemanın bir alt türü/janrı olarak da verimli bir konu bu ama genelde yurt dışında rağbet görüyor. Taxi Driver (1976), King of Comedy (1982), Close-Up (1990) gibi örnekler var mesela. Bu takıntıyla yaşayan figürler öz yıkıma gidiyorlar, trajik bir son hazırlıyorlar kendilerine bu uğurda. Kendi sözünü söylemekten çok, bir obsesyonun esiri oluyorlar. Zihnimde bunlar dönerken süreç beni Cemil Şov’a getirdi.
Çalışma arkadaşlarıma filme başlarken şunu söyledim: “Ben seni cesaretlendirecek kişi olurum ama önce sen beni bir korkut!” Bunun anlamı şu: Bana uçları göster, geri adım atılması gerekirse onu atacak kişi ben olayım. “Denenmemişi deneyelim, cesur olalım.” dedim. Bu anlamda görüntü yönetmenim Soykut (Turan) bana çok yardımcı oldu. Yeni şeyler denemeye, ileri gitmeye çok istekliydi. Yine sanat yönetmenim Billur (Turan) uç noktalara götürenlerdendi. Sonuçta böyle bir film ortaya çıktı. Ben sanatta ceket iliklemeyi, yetinmeyi doğru bulmuyorum. “Artistlik yapma!” diye bir laf vardır. Hayır, ben kendimi kaybetmek istiyorum, mütevazılıkla işim yok, çünkü sanatın kendisinin mütevazılıkla işi yok. Kendi başına tanrısal olan bir işten bahsediyoruz. Başaramazsam da duvara çarptığımı gösteririm diye düşündüm.
*Seyirci Cemil Şov’un son halini izliyor. Ancak yaratıcısı olarak siz senaryoda, sette ve kurguda birçok farklı versiyon düşündünüz. Bizler seyirci olarak bir versiyon görürken siz onlarcasını gözden geçirdiniz, hatta belki de denediniz ve tecrübe ettiniz. Bu süreç sizi nasıl değiştirdi, üzerinizdeki etkileri ne oldu?
Bahsettiğim öfke beni yönlendiriyordu. İçimdeki öfkeyi bir şova dönüştürmek istedim. Seneler içinde beni en çok baskı altına alan şey, bu filmi yapamamış olmanın ruhuma getirdiği etkiler oldu. Maddi ve teknik zorluklar hep bahsedilen bir şeydir. Doğal olarak bunlarla ben de karşılaştım. Sonunda bir bakıma “Ben tek, siz hepiniz.” gibi bir şey yarattım sanırım. Birileri bana bunu yaptırmıyormuş gibi bir yanılgı aslında bu. Normalde öyle bir şey yok elbette. Bu da benim filmi şekillendirmemde ciddi rol oynadı. Ne kadar yapamadıysam filmi, o kadar zorlaştırdım. Bir noktada, boğulacaksam büyük denizde boğulayım gibi bir düşünce oluştu. Olacaksa da en zoru olsun. Şu rahatlık da vardı tabii; aslında tasarım endüstrisinin içinden geldiğim için, film başarısız olsa dahi tekrar dönebilirdim oraya. Bu zorluğu kendime yaratabilmemi sağlayan şey bu kazanımlardı. Ayrıca kendi filmimin ana prodüktörü olmak bana istediğim özgürlük alanını da verdi. Yani kısacası film beni süreç içerisinde zorladı, biraz da kendim zorlaştırdım dediğim gibi. Zorladığı ölçüde de beni özgürleştirdi.
Cemil Şov’un yapım sürecindeyken, “Kısa film çeksek ya!” dedik bir yerde. Bir demo gibi yani. Demo olarak işime yaramadı ama sanatsal açıdan işime yaradı. İnsanlardan ilgi görünce “Uzun metrajı yapabilirim, böyle bir oyunculuğu yönetebilirim.” özgüveni geldi. Kısa film sayesinde bazı fonlar da çıktı. Sonuç olarak öfkemi attım ve şimdi nedenler, nasıllar daha çok ilgimi çekiyor diyebilirim. Beni bu yönde değiştirdi Cemil Şov. Yeni bir kimlik edinmeyeceğim tabii bir anda ama ruhen farklı bir faza geçtiğimi, olgunlaştığımı hissediyorum filmden sonra.
*Biraz da filme dair konuşalım isterseniz. Renk kullanımları ve atmosfer dikkati çekiyor filmde. Cemil Şov benim aklımda mavi-lacivert bir arka plan ve kırmızı kıyafetli bir adam şeklinde kaldı görüntü olarak. Ben bunun filmi ifade ettiğini düşünüyorum. Ne dersiniz bu konuda? Tasarımcı kimliğinizin burada nasıl bir etkisi oldu?
Benim için görsellikle düşünmek çok temel bir şey. Tasarımcı kimliğimin en önemli etkisi bu sanırım. Aklıma belli anlar, görüntüler geliyor ve bunların arasını doldurmak benim için senaryo oluyor. Bu görüntüler de her zaman renkleriyle birlikte var oluyor zihnimde. Bir filmin ilk karesiyle son karesini yan yana koyduğumuzda filmin nerede başlayıp nerede bittiğini anlayabiliriz. Cemil, zihnimde, mavi arka planda çok ayırt edilemeyen, kötü oyunculuk yapan, mavi tonlarında kıyafetiyle bir güvenlik görevlisi olarak başlıyor ve sona doğru kırmızı tonlarında, mankenin yerine kanlı canlı bir kadın bulan, taklit ettiği repliklere kendi ruhunu katan iyi bir oyuncu olarak bitiriyor. Bir noktada kendisini buluyor.
Trajik bir karakter aslında Cemil. Ancak trajik olan sönük olmak zorunda değil. Bir ateş yanıyor çünkü içinde. Renkler de orada kendini belli ediyor. Cemil karakteriyle elbette bir bağım var ama kendimi onunla özdeşleştirmem. Fakat renkler beni yansıtıyor diyebilirim bu anlamda. Renkler, görüntüler dediğim gibi benim için çok önemli.
*Turgay Göral’la ilgili bir soru soracağım müsaadenizle. “Persona”nın kabul edilebilmek için, diğer insanlarla ve toplumla uyumlu olabilmek için geliştirdiğimiz bir yüzümüz olduğunu, “arketip”in daha karanlık yanlarımız, sakladığımız ilkel taraflarımız olduğunu kabaca tanımlarsak; Turgay Göral, Cemil’in taklit ederek geliştirdiği bir persona mı yoksa biz bir arketipin, gölgenin yansımasını mı izliyoruz?
Bu soruyu “Turgay Göral’a neden ihtiyaç vardı?” şeklinde düşünebiliriz. Bence Cemil’in kendisine rehberlik edecek kimsesi olmamış bu hayatta. Geçmişini göstermememin sebebi de biraz bu. Babanın yokluğunun yarattığı ödipal bir boşluk da var. Bunu biraz da Cemil’in öteki yüzü olan Burcu karakteri üstünden anlattık. Cemil bulduğu ilk kişiye, Turgut Göral’a, bir noktada yol gösterici olarak sarılmış, bu onu olduğundan çok daha büyük görmesine sebep olmuş. Halbuki ölmeden evvel görebilse, onun da hastalanabilen, ölebilen biri olduğunu, bir tanrı olmadığını anlayabilirdi. Aşk gibi bu biraz da. Sende olmayan tüm özellikleri bir kişiye yüklersin ve onu idealize edersin. Aslında doğru bir bağ kurarsan kendinle, o yüklediğin şeylerin bir insana sığamayacak kadar fazla şeyler olduğunu anlarsın. Aşkın da bittiği yer bunu anladığın yer olur zaten.
*Üç tane ayrı film çekmişsiniz aslında. Bir tanesi açık ki siyah beyaz Yeşilçam/Film Noir havası veren parça, diğer ikisi de günümüzde geçen ve kendi içinde renk paleti, hikâye ve atmosfer açısından Cemil’in dönüşümüyle ikiye ayrılan parçalar. Zor olmadı mı bu kadar parçalanmak, üç farklı dünya kurmak? Kamera kullanımı, konunun işleniş şekli, kurgu… Hepsi cesurca ortaya konmuş. İlk uzun metrajı olan bir yönetmen olarak sizi, yaratıcı ekibi hiç ürkütmedi mi bu durum?
Ürkütmedi çünkü başka seçeneğim yoktu. Hatta işime bile yaradı. Siyah beyaz çekmek teknik olarak zorlayıcı bir şeydi. Işık kullanımı olarak ben Film Noir’a sadık kalınmasını istedim Yeşilçam bölümlerinde. Çünkü bizim sinemamızda Film Noir tarzı bir ışık kullanımı belli sayıdadır. O yüzden Yeşilçam’dansa Film Noir’a sadık kaldık. Bu noktada ışık şefim ve görüntü yönetmenime çok teşekkür ederim çünkü oldukça çözüme yönelik ve hızlı davrandılar. Ekip tecrübeliydi, bende denenmeyeni denemeye yönelik bir ışık görünce onlar da yeniyi denemek konusunda oldukça istekli davrandılar. Arada kalmayı istemedim daha önce de dediğim gibi. Uçlarda dolaşmayı istedim. O sebeple de ürkmedim. Hatta ben kendi Yeşilçam’ımı yarattım. Kimisi bunu da eleştirdi. Benim Yeşilçam’ım Jean-Luc Godard ve Atıf Yılmaz’dan aynı anda ilham alan bir Yeşilçam oldu aslında.
Diğer taraftan en başından beri filmin ilk bölümünün mavi, doğal, kamera hareketi olarak aktüel, mizansenin diyalogla olan dansını dinamik olarak verecek şekilde; ikinci bölümünün ise kırmızı tonlarda, kamera hareketi daha az veya sabit, mizanseni tekil şekilde olması gerektiğini biliyordum. Duyguların ve tüm bu atmosferi veren unsurların yavaş yavaş dönüşmesi gerektiğini anlattım ekip arkadaşlarıma.
*Ben grafik ve ses eşleşmeleriyle sahne geçişlerini çok etkileyici buldum filmde. Bu en başından planlı mıydı? Hatta daha çok kurguyla bağlantılı olduğu için kurgunun da nasıl geçtiğini, kurgu aşamasını nasıl tecrübe ettiğinizi de sorayım.
Elbette sette de yapılıyor eşleşmeler (match) ama daha çok dediğiniz gibi kurguda yapılan bir şey. Kurgu zamanın kontrolü, anlamın zaman içinde yaratımı işi olduğu için bu ritmi ilgilendiren bir şey aslında. Diğer taraftan paralel giden karakterler ve hareketler var. Geçişleri eşleşmelerle yapmak sinemasal zaman içerisinde verimli oldu.
Kurguyla ilgili bir başka şeyi paylaşayım. Daha doğrusu filmle ilgili bir eleştiri ya da gelen sorular üstünden bir şey söyleyeceğim. Filmin uzun olduğuna dair yorumlar ya da daha kısa olsa olmaz mıydı, gibi sorular geliyor. Kurgu ritimle ilgili bir şey. Yani bir hareketi uygun yerden bağlamak değil yalnızca. Bunu aslında ben kurgucumuz Evren Luş’la çalışırken görme fırsatı da buldum. Bazen filmin ritmini filmi uzatarak bulursunuz. Ben kurgu sürecinde bir şeylerin içime sinmediğini söylediğimde sahneyi uzatarak ritmi aramayı Evren önerdi bana ve içime sinen hali bu oldu. En uygun uzunluğunda seyirciye sunduğumuza eminim açıkçası.
*Festivallerde birçok ödül aldınız. Bu durum sinema yaparken hayatınızın neresinde?
Festivalde filmimizin seyirciyle buluşması gerçekten heyecanlı bir şey. Çünkü nihayetinde bir filme değerini nihai olarak veren iki şey var: seyirci ve zaman. Filmi yaptıktan sonra o, yaratıcısından çıkıyor, ulaştığı kişinin oluyor. Ödül meselesinde ise çok etkilendiğimi söyleyemem. Aslında söylediğim şeyle de bağlantılı. Ödül, alınca sevindiğiniz, onore olduğunuz bir şey ama filmin bitip de gerçek sahibiyle buluşması başka bir his. Ödül ve puanlamaların çok belirleyici olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Mesela IMDb’de “En İyi 250 Film” listesinde olmayan ama aslında sinema tarihinde değeri sayılarla ölçülemeyecek o kadar fazla film var ki. Tersi de var. O kadar da hatırlanmayacak, fark yaratmamış çalışmalar da listede duruyor. Bu tabii sadece bir örnek.
Son olarak gelecek projeleriniz nelerdir? Var mı yeni bir proje?
Biz bu filmi çekerken, Yeşilçam sahnelerinde çok eğlendik. Dediğim gibi sadece Yeşilçam değil aynı zamanda Film Noir etkisi de var. İkinci filmi İstanbul’da geçen bir Film Noir olarak düşünüyorum. Türe sadık kalarak hatta. Bu sebeple Film Noir çalışıyorum. Zaman, hafıza, kendinden beklentinin büyüklüğü altında ezilmenin trajedisi üzerine bir çalışma içindeyim. Yakında mı olur, yıllar sonra mı seyirci karşısına çıkar bilmiyorum.
Kendi dünyamı kurabileceğim bir fırsat olursa dizi de çekmek isterim. Çok az insanın istediği dünyayı kurma şansı oluyor Türkiye’de. Yapabilenler gerçekten çok iyi yapıyor bu arada. Ama genelde klişelerde ısrar ediliyor yönetmenlere. Diğer taraftan sipariş üzerine iş yapmakla da bir problemim yok. Reklam gibi mesela. Yönetmenliğin her türünü yapmaya istekliyim kısacası. Aslında benim için arası yok; ya tam özgürlük isterim ya da tam olarak bir şey istenmesini. O sınır benim için belirgin olmalı. Yani ya kendim için proje üretmeliyim ya da bir başkası için.