Bizleri var eden benzerliklerimiz midir, farklılıklarımız mı? Uzayı düşünelim misal, karanlık ve sonsuz bir oluşum. Tüm Dünya’nın uzaydaki gibi karanlıkta olduğunu hayal edin. Birkaç saniyeliğine de olsa gözlerinizi kapatın ve kendinizi atmosferin dışındaki sınırsız karanlıkta belli belirsiz ışık huzmelerinin arasında gezinirken düşünün. Sonsuz bir zaman, sınırsız bir karanlık… Az ya da çok ürkütücü gelmiştir eminim; ürkütücü, renksiz ve hatta keyifsiz.
Şiirlerde, müzikte, resimlerde, fotoğraflarda hep gökyüzünden ve onun eşsiz güzelliğinden bahsedilir. Gökyüzüne düzülen bunca methiyenin sebebi nedir? Neden gözümüze bu kadar güzel görünür? Neden bazı inanışlarda kutsal kabul edilir? Gökyüzü bizleri uzayın eşsiz derinliklerinden esirger çünkü, uzay boşluğuyla aramıza çizgi çeker. Zamanı ve bulunduğumuz yeri algılamamızı kolaylaştırır. Sadece bu kadar da değil hem, aynı zamanda bir ışık prizması görevi de görür. Bize cömertçe renkleri ve tonlarını sunar. Bu sayede birbirimizin farkına varırız. İnsanları, diğer canlıları, nesneleri bu sayede fark eder ve anlamlandırırız. Hep derler ya hani: “Siyah kendini en güzel beyaz da belli eder.” diye, öyledir gerçekten. Bizi anlamlandıran aslında benzerliklerimiz değil farklılıklarımızdır. Her şey karşıtlığıyla vardır. İyilik kötülükle, aydınlık karanlıkla, su ateşle, ezel ebedle, gece gündüzle, siyah beyazla mevcuttur. Bu durumun İslam dinindeki örneğine Zariyat-49’da rastlarız: “Her şeyden iki çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz.” Çin kültüründeki Yin ve Yang bu zıtlıkları sembolize eder. Felsefedeyse ilk Heraklitos’un metinlerinde yer alan ve Hegel’in formüle ettiği diyalektik kavramında görürüz. Hegel düşünce ve varlığın tez-antitez-sentez üçlü hareketiyle gerçekleşip geliştiğinden bahseder. Tezin ancak karşısında bulunan bir antitezle gelişip sentezi oluşturabileceğini söyler. Nitekim öyledir de; içinde bulunduğumuz durumu değiştirme ihtiyacımız, ancak karşısında bulunan ve bizi rahatsız eden bir durumla mümkündür.
İşte tüm bu anlattıklarımın filmidir Paterson (2016). Yönetmen Jim Jarmusch bunları anlatırken de sinemayı ve şiiri kullanır filminde. Film, Paterson isimli otobüs şoförü bir şairi ve eşini konu edinir. Dışarıdan bakınca oldukça sıkıcı bir hayatları olan çiftimiz aslında sade bir hayatın ne kadar anlamlı olduğunu bize gösterir. Sıradan ve sıkıcı görünen hayatlarımızda gözümüzden kaçan oldukça fazla anlamlı detay olduğunu fark ederiz. Kameranın ve sinemanın misyonu biraz da bu değil midir? Bu bağlamda Paterson, filme adını veren kahramanımız Paterson ve eşi Laura’nın bir haftalık yaşantılarını ele alır.
Paterson; her sabah aynı saatte uyanır, işe gider, işe başlamadan birkaç dörtlük yazar ve yazdıklarını bitirmeden eşi Donny’nin, hayatıyla ilgili şikâyetlerine maruz kalır. Yönetmenin sadelik övgüsüne burada rastlarız, çünkü Donny’nin sürekli sızlanmalarının çoğunun asıl kaynağı kendisi değil, çevresindeki insanlardır. Geniş bir çevreye sahip olan Donny, kâh kayınvalidesinden kâh çocuğundan, kâh eşinden, kâh köpeğinden şikâyet eder.
Paterson işteyken Laura evde kendine özgü kapkekler, yemekler yapar, evdeki duvarları, perdeleri ya da kıyafetlerini boyar ve ortaya oldukça estetik eserler çıkarır. Tüm bu yaptıklarında iki rengin hâkimiyeti söz konusudur: siyah ve beyaz. Aslına bakacak olursak Paterson ile Laura birbirlerine hiç benzememektedirler ve ilgilendikleri işler oldukça farklıdır. Laura dışadönük ve sosyal bir karaktere sahipken Paterson içine kapanıktır. Paterson’un şiirlerini gizli defterine yazıp onları saklı tutma isteğine karşılık Laura’nın şiirlerini çoğaltmak için Paterson’a yaptığı baskıdan bunu görürüz. Ama aralarındaki sevgi sayesinde tez ve antitez bağlamındaki zıtlıklarıyla Paterson harika şiirler yazar; Laura’ysa muhteşem kapkekler yapar, boyalarıyla yaratıcı figürler ortaya çıkarır.
Paterson’un yazdığı şiirler dikkat çekicidir. Filmin başlangıcında yer alan “Aşk Şiiri”nde, evlerine aldıkları kibritleri yazar. Ohio mavi uçlu kibritleriyle neyi kastettiğini düşünürken yataklarının nevresimlerinin tümü beyaz olmasının yanında tek farklı olan Laura’nın mavi renkteki yastığını fark ederiz. Pekâlâ Paterson şiirinde Laura’dan bahsediyordur. Bir başka şiirinde Paterson, üç boyuttan yani yükseklik-genişlik-derinlikten söz eder ve dördüncü boyutu ekler: Zaman. Örnek olarak da bir ayakkabı kutusunu verir. Zaman sınırları belli olan bir kutunun dışındaki sınırsızlığı mı simgeler bize, yoksa ayakkabı kutusunun sınırlarını algılamamızı mı sağlar?
Laura ve Paterson çiftinin köpekleri Marvin’i de unutmamak gerek. Marvin, anlaşılan o ki Laura’ya âşıktır ve Paterson’u hiç sevmemektedir. Bir sahnede Marvin, kahvaltı masasında Paterson’un yerine oturmuş ve bu Laura’nın dikkatini çekmiştir. Bir diğer sahnedeyse Laura ve Paterson dışardayken Marvin’in Paterson’un şiir defterini parçalamasıyla ona olan nefreti ayyuka çıkar. Bu durum Paterson’u derinden etkiler. Bu olaydan sonra Paterson, her zaman gittiği şelale karşında oturduğu esnada kendisi gibi şiiri çok seven, hatta şiirler nefes aldığını belirten ve şair William Carlos Williams hayranı olan bir Japon’la karşılaşır. Japon adam kendisiyle kısa bir sohbetten sonra bir hediye verir (sentez!) ve bence filmin en önemli cümlelerinden birini söyler: “Bazen boş bir sayfa daha fazla imkân sağlar insana.”
Ardından Paterson’un ağzından şu mısraları duyarız:
Mısra
Büyükbabamın söylediği bir şarkı var
Ve o şarkıda bir soru:
Bir balık olmayı mı tercih ederdin?
Yine aynı şarkıda aynı soru var
Ama bu sefer katır ve domuzla sorulmuş
Ama bazen benim kafamda duyduğum soru
Balıklı olanı.
Sadece o tek mısra…
Bir balık olmayı mı tercih ederdin?
Sanki şarkının geri kalanı olmasa da olurmuş gibi
Şiirsel diline aşina olduğumuz Jim Jarmusch’un Paterson’u sadelik üzerine övgü niteliğinde bir manifesto. Filmdeki şiirler ve müziklerle de bizlere bir meditasyon etkisi yaşatıyor.
Film kadar güzel naif bir yazı olmuş tekrar izlemiş kadar oldum teşekkürler