Dikkat! Bu yazı filme dair spoiler içerir.
Çocukken verdiğimiz kararların çoğunu hatırlamayız bile. Hatırladıklarımız da herhâlde pek azımıza mantıklı gelmektedir. Bu, çocuk yaşta rasyonel ve yere sağlam basan kararlar verme yetimizin olmayışından ziyade, duyguların aklın önüne kolayca geçebiliyor oluşudur. Çocukları ve çocukluğu özel kılan da budur: duyguların yönettiği bir hayat. Yetişkin olunduğunda çoğu insanın kaybettiği yegâne özellik, bir şeyi öyle istediğimiz veya bizi o şekilde mutlu edeceği için yapamıyor oluşumuzdur. Onun yerine, doğru olanı veyahut yapılması gerekeni yapmayı tercih ederiz. Ya da toplumun bizden yapmamızı beklediğini… Ancak bu, çocukların kendi hayatlarını kendi hayallerindeki özgür dünyanın ipleriyle layıkıyla yönetebilecekleri anlamına gelmez. Bir sosyal yapı olarak aile ve arkadaşlıklar işte bu yüzden çok önemlidir.
Belçikalı yönetmen Lukas Dhont, ikinci uzun metrajı Close’da (2022) söylemini bu pedagojik düzlemde kuruyor. Filmin merkezine aldığı, amiyane tabirle sıkı fıkı diyebileceğimiz iki dost olan Rémi ve Léo, çocukluklarının en güzel zamanlarından birini birlikte paylaşmaktadırlar. Sabahları bisikletle okula gitmek için birbirlerini beklerler, gece birbirilerinin evinde kalıp aynı yatakta sarmaş dolaş yatarlar, yedikleri içtikleri ayrı gitmez. Bu ilişkinin arkadaşlıktan öte olup olmadığını söylemek ise pek mümkün değil. Daha doğrusu, film bu konuda çekimser bir tavır takınıyor. Dürüst olmam gerekirse, filmin başlarında filmin bu iki çocuğun eşcinselliği birbirlerinin dostluğu vasıtasıyla keşfetme ve yüzleşme öyküsü olacağını düşünmüştüm. Ancak filmin derdi bundan daha derinde yer alan ve cinsel yönelim tanımayan duygular ile: acı, travma ve pişmanlık. Filmin söyleyecekleri, bu ilişkinin adı ne olursa olsun psikanalitik olarak aynı doğruluk ve değerde. Bu noktada Dhont’un senaryo kurgusuna saygı duyduğumu itiraf etmem gerek.
Rémi ve Léo, okulda da birbirlerinin yapışık ikizi misali gezmelerinden mütevellit, diğer çocuklar tarafından eşcinsel bir ilişki içinde oldukları üzerine bazı duyumlar alırlar. Léo bu söylentiyi Rémi kadar olgun karşılamaz. Nitekim, Rémi’nin bu iftira karşısında kayıtsız kalmasının bundan bir rahatsızlık duymadığından kaynaklanıp kaynaklanmadığını da bilmeyiz. Çocukların, onları içinde bulundukları mikro-toplumdan dışlayan söylemler ve etiketler karşısında nasıl tepki vereceklerini bilememeleri çok normal. Onlardan bu yaşta kendilerini bulmalarını, insan ilişkilerinin adını koymalarını ya da neyin hoşlarına gidip neyin gitmediğinin tam anlamıyla farkında olmalarını beklemek hata olur. İşte bu yüzden olacak ki tıpkı her çocuk gibi Léo’nun da kafası karışır. Bu kafa karışıklığı onun istemeden de olsa Rémi’yi kendinden uzaklaştırmasına yol açar.
Kanımca, Léo’nun Rémi’yi kendinden uzaklaştırması onu artık sevmediği anlamına gelmez. Bu, ne yapacağını bilememenin verdiği heyecanla verilmiş, olgun olmaktan son derece uzak aksiyonların sonucudur. Bir gün okulda herkesin içinde büyük bir kavgaya tutuşurlar. Ortaokulda bu kavgaların nasıl avlunun ortasında bir boks ringi misali gerçekleştiğini bilirsiniz. Rémi bu kavganın o ve Léo’nun artık arkadaş (ya da âşıklar) olmadıkları anlamına geldiğine inanır. O gün eve gider ve gözyaşları içerisinde kendi canına kıyar. Filmin seyri bu olayın üstüne dramatik bir şekilde değişir. Dostluğun pedagojisinden, trajedinin pedagojisine doğru keskin bir geçiş yaparız. Ancak karakterler ne yazık ki bu geçişe pek ayak uyduramazlar. Bu, senaryonun zayıf kalan noktalarından bir tanesi.
Filmin kalanında Léo’nun bir çocuk olarak nasıl bu acı ve travmayla baş ettiğini izleriz. Léo ne yazık ki dolu dolu ağlayamaz. Rémi’nin annesini de ağlarken görmeyiz. İnsan bu denli büyük bir kaybın karşısında hıçkıra hıçkıra ağlamalı, yasını gözyaşlarıyla tutmalıdır. Aksi takdirde en olmadık yerde bir ağlama krizine girmesi pek olasıdır. Bu ne yazık ki böyledir. Léo, Rémi’nin o kavgadan dolayı kendini öldürüp öldürmediğini bilemez. Ancak bunun pişmanlığını sanki tetiği kendi çekmişçesine duyar. Ne zaman ki, kafasını kurcalayan düşünceleri Rémi’nin annesine sesli olarak açar, işte o zaman birbirlerine sarılıp var güçleriyle ağlarlar ve acıyı akıtırlar. Ancak bu bile maalesef -hiçbir şeyin olmadığı ve olamayacağı gibi- yeterli değildir.
Yazıyı Léo’yu canlandıran çocuk oyuncu Eden Dambrine’ye bir parantez açarak noktalamak isterim. Filmin odak noktası karakterine hayat veren ve kamera karşısında ilk kez oyunculuk yapan Dambrine, oldukça dürüst ve pür bir performans sergiliyor. Filmin duygusal etkisinin seyircideki yansımasının çoğu, bu performans sayesinde. Dambrine, tabiri caizse çok güzel bir çocuk. Sadece gözlerine baktığınızda dahi içinizi cız ettiren bir hâli var. İster onun doğal yeteneği ister Dhont’un oyuncu yönetim becerisi olsun, Dambrine hayal edebileceğimizin çok ötesinde bir oyunculuk sergiliyor.
Filmi MUBI Türkiye’de izleyebilirsiniz.