Bu sene İstanbul Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ve en iyi yönetmen ödülünü, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi yardımcı kadın oyuncu ve Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Ayna Ayna filminin yönetmeni Belmin Söylemez ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Söylemez, bu sene düzenlenen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde Bilge Olgaç Başarı Ödülü’ne layık görülmüştür.
Keyifli okumalar dileriz…
Filmlerinizde kadın karakterlerin ilhamını nereden alıyorsunuz?
Tanıdığım insanlardan, çevremdeki kişilerden, tanıdık hikâyelerden ilham alıyorum.
İlk filmim Şimdiki Zaman’ın (2012) ana karakteri Mina’yı 2000’lerin başında Amerika’ya gitmek isteyen yakın çevremdeki bir arkadaşımdan esinlenerek yazdım.
Keza Ayna Ayna’nın karakterleri de benzer şekilde gelişti. İlk başta Şimdiki Zaman filmi için oyuncu seçmelerinde tanıştığım genç oyuncular ve onların hikâyeleri bana ilham vermişti. Hem cariye rolleri için Osmanlı dizilerinde seçmelere katılıyorlar hem de bağımsız tiyatrolarda oynuyorlardı. Bir taraftan da yeni oyunların arayışı içindeydiler. Onların bu tutkusu ve yeni başlamadaki heyecanları bana Aylin karakteri için ilham verdi.
Ayna Ayna’nın bir diğer çıkış noktası da Şimdiki Zaman’da Fazi karakterini oynayan Şenay Aydın. 2011’de filme hazırlanırken onun Frida Kahlo’ya olan tutkusunun farkına varmıştım. Kahlo’ya hayranlığı, kendini çok yakın hissetmesi bana Frida karakteri için ilham verdi. Sonraki yıllarda Laçin Ceylan ile tanışmamız, onun tiyatrosundaki oyuncu atölyesini izleme şansı elde etmem ile Lale karakteri eklendi.
Ayna Ayna filmindeki ayna metaforu ve ismi nasıl aklınıza geldi?
Ayna metaforu ilk olarak gördüğüm ve filmde de yer alan bir rüyadan aklıma geldi. Daha sonra senaryoyu yazarken filmde kullanılmak için en uygun isim olduğuna karar verdik. Filmde tiyatro, roller ve oyuncular var. Bize ayna tutan karakterler, günümüz Türkiye’sindeki kadınlar var. Aynalar bir yandan da kendimize bakmayı, bakarken de çoğalmayı temsil ediyor.
Rüyalarınız size ilham veriyor mu? İlginç rüyaları not alır mısınız?
Evet çok rüya görürüm ve enteresan olanları yazarım. Uzun yıllardır yaptığım bir şey, filmde de o rüyaların bir kısmına yer verdim. Rüyaların zihin açıcı bir yanı var.
Aynı zamanda bir insanı tanımak için de önemli birer araç olduğunu düşünüyorum. Psikanalitik boyutunun ötesinde bağ kurmak için bir araç. O günkü psikolojisi nedir, nasıl bir baskı hissediyor, kaygıları nelerdir bunlara ışık tutuyor. Filmdeki karakterleri de biraz rüyalar aracılığıyla tanıyalım, neden bu rüyayı görüyor diye düşünelim istedim. Rüyaların oyunculuk için de hayal gücünü tetikleyen ve duyguları harekete geçiren bir yanı var. Laçin Ceylan’ın oyunculuk atölyesine misafir olarak katıldığım günlerde rüyaları filme nasıl dahil edebiliriz, diye sorguluyordum. Laçin oyuncu adaylarına rüyalarını canlandırmalarını, rüyaların bir oyuncu için çok önemli olduğunu söyledi. Oyuncu adayları rüyalarını beş duyuyla canlandırıyorlardı bu da oyunculuğa çok yaratıcı bir boyut ekliyordu. Bu sayede rüyaların tiyatrodaki önemini anladım. Bu çok iyi bir oyunculuk metodu aynı zamanda. Buradan yola çıkarak rüyaları dahil etmeye karar verdim.
Frida’nın üretim süreci, toplumun içerisinde gelişiyor. Eserini, toplumun gözlemlerine göre üretimini devam ettiriyor. İlk icrasını da toplum önünde yapıyor. Sizin üretim süreciniz de bu şekilde mi? Toplum üretiminize nasıl katkılar sağlıyor?
Ayna Ayna’daki Frida bir nevi sokak tiyatrosu yapmaya çalışıyor. Frida karakterini tasarlarken geçmişinde sokak tiyatrosu denediğini, halka açık yerlerde oynamayı hedeflediğini ama travmalarının onun önüne geçtiğini yazmıştık. Bizim benzer yanımız da senaryo yazarken şehir ile iç içe olmak. Ofise kapanıp hadi şimdi senaryo yazalım diyerek değil; daha ziyade hayatın içinde, vapurda giderek, bit pazarlarını dolaşarak, notlar alarak, fotoğraflar çekerek, yürüyerek senaryo yazdık. Bu nedenle sürecimiz biraz Frida’nın sürecine benziyor. Gerçek hayatın içinde gözlemleyerek, mekanları dolaşarak yazdığımız için üretim sürecinin uzunluğu da Frida’nınki gibi. Çünkü Frida da kendi projesi için yıllar harcıyor.
Gerçekçi filmler yapıyorsunuz; ancak filmlerinizde gerçeküstü olgular da mevcut fal rüya vb. gibi. Gerçeküstü bir anlatımı sinemada nasıl konumlandırıyorsunuz?
Ben gerçeküstücülüğe eskiden beri çok meraklıyım. Gerçekle gerçeküstü arasında ince bir çizgi olsun istiyorum filmlerimde. Onun dengesini bulmaya çalışıyorum. Zamanda, mekanda geçişler, fallar, rüyalar bunlar filmin gerçekçiliğine farklı bir boyut katsın bir taraftan da seyirciye alan açsın, hayal gücünü harekete geçirsin istiyorum. Örneğin ilk kurmaca filmim Şimdiki Zaman’da fincanlardaki kahve telvesinde oluşan şekiller bana hem değişik figürleri çağrıştırıyordu hem de eski mağara resimlerini andırıyordu. Apayrı bir dokusu vardı. İzleyiciler ise o şekillerden ayrı birer hikâye kurmaya çalışıyordu. Ayna Ayna’da da seyirci rüyalarda gerçeküstü bir duygu yaşasın, kendisini o tiyatroda bir oyuncu adayı gibi hissetsin, o rüyaya ortak olsun istedim.
Kimsenin dikkat etmediği çeşitli detaylara yer veriyorsunuz. Mekan seçimlerinin, kamera açılarınızı ve sahnede gösterdikleriniz göz önünde bulundurulursa şehir hakkı ve hafızası üzerine nasıl düşünüyorsunuz?
Çok önemsediğim bir konu bu. Şehir hafızasının, bir kentin karakteristiğini tanımlayan dokunun korunmasını çok önemsiyorum. Kısa film ve belgesellerimde bazı mekanlarda çekim yaparken bu kadar hızlı yok olacaklarını veya tanınmaz hâle geleceklerini düşünmemiştim. İstanbul çok hızlı değişiyor. Bir mekanı çekmeden önce mutlaka önceden gidip araştırma yapıyorum ama genelde sevdiğim, bildiğim mekanlardan seçiyorum. Örneğin Ayna Ayna’nın ilk sahnesinde Tokatlıyan Pasajı var. Çok sevdiğim, Beyoğlu’nun karakteristiğini yansıtan bir pasaj. O sahnede Aylin, Osmanlı kıyafetleri giymiş mankenlere bakarken fonda, pasajın girişinde çok güzel bir vitrin var, bir erkek giysi dükkanı. 1960’lardan bir dükkan. Hatta geçenlerde sosyal medyada açılışıyla ilgili bir fotoğraf vardı. Çok zevkli bir vitrini var, eski İstanbul’un estetiğini, karakteristik bir mekanını sembolize ediyor. İyi ki orayı çekimlere dahil etmişiz. O dükkan bir seneye kalmadan boşaltıldı ve şimdi bir zincir mağaza hâline geldi. Bu tür dönüşümler şehrin hafızasının yok olması demek. O yüzden çok önemsiyorum mekanların filmde olmasını.
Mekanların bu kadar önemsediğiniz unsuru nedir?
İnsanlarla olan ilişkisini önemsiyorum. Mimariye eskiden beri merakım var. Mekanlara yalnızca tarihi veya nostaljik açıdan bakmıyorum. İçinde yaşadığımız hâli ile, sosyo-kültürel yanı ile ilgileniyorum. Şehir hayatının en önemli parçalarından biri, yaşam kalitemizi direkt ilgilendiren bir unsur olarak. Şehre yapılan yanlış müdahaleler o şehrin karakterini zedeliyor. O şehri meydana getiren yapı taşları hoyratça yok edilmiş oluyor. Örneğin Beyoğlu’na gittiğinizde belli binalar vardır, bu tıpkı Emek sineması gibi bir sinema olabilir veya artık olmayan Anadolu Pasajı gibi bir pasaj olabilir. Orada olduğunu bilirsiniz, İstanbul’un karakteristik bir binasıdır. Bunların kalıcı olması lazım. Sadece hafıza anlamında değil şehrin kültürel kimliğini korumak adına.
Kent figürlerinizi seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Örneğin filmlerinizde, taksiciler, pazarcılar vb. gibi figürler söz konusu. Bunları neye göre seçiyorsunuz, neleri ele almak istiyorsunuz?
Bir atmosfer oluşturmak istiyorum, atmosferi önemsiyorum. Sizin bir filmde kullandığınız her görsel, ışık, imge o atmosferi oluşturmanıza ve o dünyayı kurmanıza hizmet eder. O dünyanın bir parçası hâline gelir. O yüzden de her filmimde önceden görüntü yönetmeniyle atmosfer üzerinde konuşuyoruz; neye ağırlık vereceğiz, hikâye anlatıcısı ne olacak vb. gibi. Örneğin 34 Taksi (2004) belgeselinde direksiyon mu olacak, taksiden görünen şehir mi olacak, camların ardında değişen renkler mi olacak. O dünyaya ait görsel araçlar bulmaya çalışıyoruz. Burada tabii ki görüntü yönetmenlerinin katkısı büyük. Örneğin Ayna Ayna’da, görüntü yönetmeni Vedat Özdemir ile önceden bütün mekanları dolaştık fotoğraf ve videolarını çektik. Burada oluşturmak istediğimiz atmosferi önceden belirledik. Her açıdan hazırlıklı olmayı çok önemsiyorum. Ayna Ayna’daki mekanlardan bir örnek vermek gerekirse İMÇ’yi, yani Manifaturacılar Çarşısı’nı söyleyebilirim. İçinde çok değerli sanat eserleri var. Girişte Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun İstanbul mozaiği var örneğin. Hatta filmde Aylin önünden geçiyor. İçeride de spiral merdivenler var. Bunlar tarihi eserler ve şehrin kültürel kimliğinin önemli parçaları. İMÇ mimari yapı olarak da kıymetli, İstanbul surlarının arkada olması, Galata’ya bakması bütün bunlar şehrin bütünlüğünü ve atmosferini oluşturuyor.
Çekimler sırasındaki çalışmalarınızı da öğrenmek istiyorum. Burada çekimler sırasında esnek bir çalışmanız mı var? Tanrı’nın kurgusuna ne kadar yer veriyorsunuz?
O çok inandığım bir şey benim. Gözlemci belgesel çekerken de keşfederek ilerliyorsunuz. Hiç düşünemeyeceğiniz, kâğıt üzerinde hayal bile edemeyeceğiniz şeylerle karşılaşıyorsunuz. Kurmacada şöyle bir şey var: Tabi ki önünüzde bir çekim planı ve o gün çekilecek sahneler var. Ama her zaman önünüze sürprizler çıkabiliyor. Mekanda bir sorun olabilir, oyuncuyla ilgili bir aksilik olabilir vb. O zaman pratik davranmanız, o sahneyle ilgili hızlıca çözüm üretmeniz gerekiyor Veya tasarladığınız sahne sizi tatmin etmeyebilir. O zaman Tanrı’nın kurgusu dediğiniz olguya başvurabilirsiniz. Ben bunu farklı nasıl çekebilirim diye sorgulayabilirsiniz veya doğaçlama yapabilirsiniz, başka şeyler deneyebilirsiniz. Buna her zaman açık olunması gerektiğine inanıyorum. Bu sahneyi mutlaka şu şekilde bitireceğim dememek gerekiyor diye düşünüyorum. Senaryo oluştururken de böyle. Tabi ki senaryonun merkezinin, bütünlüğünün bozulmaması çok önemli. Ancak bazen çok bambaşka bir unsur devreye girebilir: Bir karakterle ilgili bir şey olabilir, bir imge olabilir, o mekanda rastlayabileceğiniz bir şey olabilir. O anda keşfedebilirsiniz bunu. Bu durumda da onu çekmekten veya filme koymaktan imtina etmemek lazım. Ben filme başlamadan önce ekiple de bu düşüncemi paylaşıyorum. Kurmacada elbette ki vakit çok önemli, zamanla yarışıyorsunuz, elinizde belli bir imkan var. O zaman zarfında filmi bitirmek durumundasınız, uzatma lüksünüz yok. O zaman zarfında karşımıza başka şeyler de çıkabilir, belki değerlendiririz diye ekibe söz ediyorum. Ancak tabi ki sete girmeden önce senaryo mutlaka hazır oluyor ve storyboard çiziyorum. O gün hangi sahnede ne planlar çekileceğine ekibin bakması faydalı oluyor. Yine de şu sahneyi başka türlü çekelim diyebiliriz, ancak her film buna izin vermeyebilir. Ayna Ayna buna daha açık bir filmdi, tiyatro olması açısından.
Tiyatro olması bunu nasıl besledi?
Tiyatronun ayrı bir büyüsü var. O havada uçuşan tozlar olsun, o karanlık atmosfer olsun, sahnede yapılan çalışmalar olsun, çok ilham verici bir yer. Senaryo yazarken beyaz kâğıda bakmak gibi, tiyatroda da karanlık sahneye bakıyorsunuz ve aklınıza bir anda bir sürü şey gelebiliyor. Tabii ki her film böyle çekilemez. Ancak Ayna Ayna’da tiyatro ve sinema birbirlerini desteklemiş oldular.
Yeni medya düzeninde kadınlara yüklenen beden algısı üzerinde de filminizde bir gönderme var. Örneğin Lale karakterinin, öğrencisi ile aynı rol için seçmelere katılması. Sizce bu algı geçmişteki kadın algısından ve sergilenişinden farklı mı? Eskiyle şimdiyi kıyasladığımız zaman kadın bedeni üzerindeki algıda ne değişti?
Gitgide daha acımasız bir baskıyla karşı karşıyayız. Kadınların üzerinde özellikle güzellik ve imaja dair dayatmanın giderek arttığını düşünüyorum. Özellikle belli bir yaştan sonra oyunculara yapılan ayrımcılık ve dayatma çok canımı sıkıyor. Bu rollere de yansıyor. Özellikle dizilerde çok rastlanan bir durum. Bir bakıyorsunuz anne rolünde oynayan oyuncu, oğlunu veya kızını oynayan oyuncudan sadece birkaç yaş büyük. Bu gerçekten kadınlara büyük bir haksızlık. Kadın oyunculara biçilen roller de kısıtlı. Anne, eş vb. gibi rollerle sınırlı. Bağımsız kadın rollerine çok az rastlıyoruz. Yalnız yaşayan, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan kadın karakterlere çok az rastlıyoruz. Oyuncular o kısıtlı çemberin içinde çalışmak zorunda kalıyorlar. Kısıtlı roller çıkmazını Ayna Ayna’da biraz ironik bir şekilde işlemek istedim.
Siz sinemaya dair motivasyonunuzu ve enerjini nasıl koruyorsunuz?
O motivasyonu sürekli taze tutmak kolay değil ama burada Bilge Olgaç’tan örnek vermek isterim. O her şeyin çok daha zor olduğu bir dönemde yaşadı. Tamamen erkek egemen sinema sektöründe tek başına varoldu. Bütün zorlukların altından kalkmayı başarmış bir isimdi. Hiçbir zaman vazgeçmeden sinema tutkusunu her zaman korudu. Belki de motivasyonu yitirdiğimiz zamanlarda, bizi sinemaya bağlayan ilk şey neydi, bu tutku nasıl gelişti, bunu hatırlamalı ve o şekilde yolumuza devam etmeliyiz.
Sizce Türkiye’deki sinema ve medya sektöründeki aksaklıklar ve eksikler nelerdir ve bunlarda nasıl bir iyileşme sağlanabilir?
Bence çeşitlilik konusunda bir eksiklik var. Dizi dünyasındaki sayısal fazlalık da maalesef sinemaya yansımıyor. Keşke yansıyabilse; ancak güzel örnekler de çıkmaya başladı artık. Örneğin Türkiye bağımsız sinemasında, taşra filmleri deyince hep erkek odaklı filmler akla geliyordu. Taşraya giden kişi doktor olabilir avukat olabilir ama hep bir erkektir. Ve orada yaşadığı olaylar da hep erkek dünyasını içeren olaylardır. Çok güzel örnekler olsa bile bir süre sonra ‘’Acaba buraya neden bir kadın gitmiyor?’’ sorusunu uyandırdı bende. O açıdan bu sene Kar ve Ayı’yı (2022) izlemek büyük bir mutluluk oldu benim için. Sonunda taşraya bir kadın gitti, dedim (gülüyor). Onun gözünden izledik olayları. Bu gibi örneklerin artmasını diliyorum sinemada. Çok farklı kadın temsilleri olan bir toplumda yaşıyoruz; hem günümüzde hem geçmişte. Biyografik filmler de olabilir bunlar. Geçmişte inanılmaz renkli karakterler var. Çok yaratıcı işler yapılabilir. Bunun için ekonomik anlamda desteklerin artması ve çeşitlenmesi lazım. Örneğin kadın hikâyesi olan filmler için ayrı bir fon oluşturulabilir.
İlerleyen zamanlar için hayalleriniz ve hedefleriniz nelerdir?
Belgesel yapmayı özledim. Babamın ve amcamın geçmişte çektikleri 8 mm filmler var. Yıllardır onlardan bir belgesel yapmak istiyorum. Sanırım uzun süren bir çalışma olacak. Bununla birlikte Ayna Ayna ile eş zamanlı oluşturduğumuz bir proje daha vardı. O da Ege ve Akdeniz’de, doğada geçen bir hikâye. Onu geliştirmeyi planlıyoruz. Umarım o da olur.
Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Esra Kars