White God (2014) filmi ile tanınan Macar yönetmen Kornél Mundruczó, Hollywood’a transfer olmasıyla bu kez bir Amerikan filmiyle karşımıza çıkıyor. Ancak trajik bir olayı aktardığı Pieces of a Woman ile Amerikan film endüstrisinin çarkına kapıldığı endişelerini bertaraf ederek, izleyicisinin gönlüne su serpmeyi başarıyor. Mundruczó, dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptığı filmini, pandemi nedeni ile beyaz perdeye taşıyamayınca, filmi Ocak ayı içinde Netflix’te izleyicisiyle buluşturmayı seçti ve bizi Martha ile tanıştırdı.
Film, neredeyse belgesel denebilecek bir tarzda, tek plan bir doğum sahnesiyle başlıyor. Yirmi dakikadan fazla süren bu sahne, ekran başındaki kadın erkek herkesin doğum sancısı çekmesine neden olacak kadar gerçekçi ve mükemmel bir nitelikte çekilmiş. Mundruczó, bu sahne ile çıtayı o kadar yükseğe koymuş ki kimi izleyici tarafından filmin geri kalanında aynı tempoyu koruyamamakla ve filmin enerjisini düşürmekle eleştiriliyor. Halbuki ben filmi izlerken hiç bu tür bir hayal kırıklığına uğramadım. Zira filmin tamamında aynı ivmenin korunması öyle zannederim ki olanaksız olurdu. Hem filmin bu gittikçe azalan temposu bende yönetmenin özellikle böyle olmasını arzuladığı hissini uyandırdı. Çünkü Martha bir anne adayının başına gelebilecek en korkunç olayı yaşıyor. Dünya yüzeyinde hiçbir acının sonunda böylesi bir mutluluğa kavuşulamayacağı duygusuyla katlanılan doğum sancısının adeta bir kadını parçalara ayırdığını gösteren yönetmen, çekilen acının sonunda yaşanan trajediyi herhalde aynı yüksek duygularla anlatmaya devam etseydi Martha’nın dramını kavrayabilmemiz güçleşirdi. Martha’nın sessizce hayatına devam etme ve usul usul akma arzusu bizi Martha’nın içini lime lime eden acıyla yüzleştiriyor. Martha’nın acısını bu kadar içimizde hissetmemizde ve “Bu kadını niçin kimse anlamıyor? Niçin kimse Martha’nın nasıl olduğuna dönüp de bakmıyor?” diye isyan etmemizdeki en büyük pay hiç kuşkusuz, senaryonun sahibi ve aynı zamanda Mundruczó’nun eşi olan Kata Wéber’in hikâyeyi, kendi deneyiminden yola çıkarak yazdığını söylemesidir.
Filmin içine biraz girecek olursak, Martha ve Sean bebek bekleyen bir çifttir ve çocuklarına kavuşmaları an meselesidir. Martha evde doğum yapmayı seçmiştir. Hamileliğinin başından beri muhatap olduğu ebenin başka bir doğumda olduğunu ve yerine tanımadığı bir ebeyi göndereceğini öğrenmesi üzerine hafif stresli bir doğum başlar. Ancak yeni gelen ebe her şeye hâkim görünmektedir ve Martha’yı sakinleştirerek onu doğuma hazırlar. Doğum ilerledikçe ebe yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu fark eder ve Sean’dan bir ambulans çağırmasını ister. Ancak bu sırada doğum önlenemez bir noktadadır. Ebenin bir an önce bebeği doğurtması gerekmektedir. Bebeğin sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesiyle rahatlayan ebe, çok geçmeden korkunç gerçekle yüzleşir.
Film bu sahnesinden sonra belirli aralıklarla birer aylık zaman atlamaları ile ilerliyor. Doğumun ardından geçilen sahnede Martha’yı kıpkırmızı mantosunu giymiş bir halde işe giderken görüyoruz. Martha, iş arkadaşlarının şaşkın bakışlarına aldırmadan, doğum iznine çıkması nedeni ile çoktan koltuğuna yerleşen iş arkadaşını şutlayarak işinin başına geçiyor. Bu andan sonra her sahnede Martha’nın hayatına devam etme iç güdüsünü izliyoruz. O, küçücük bedenine otopsi yapılan kızını bilim için üniversiteye bağışlamayı planlarken, çevresindeki herkes onu bir yandan bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışırken bir yandan da mezar taşına kızının adının doğrusunu yazmayı düşünemeyecek kadar Martha’nın acısını yaşayış şekline duyarsızlardır. Martha dışındaki herkes bu acıyla nasıl başa çıkacağını bilemez halde bir günah keçisi ararken, Martha olanla yüzleşme, onu kabul etme ve yoluna devam etme derdindedir. Martha’nın bu davranışları çok geçmeden onu suçlu anne pozisyonuna düşürür. Kızının ölümünde ihmali olduğu iddiasıyla suçlanan ebenin yargılandığı davada okların Martha’ya dönmesi bizleri hiç de şaşırtmaz. Adeta kızı öldüğü için Martha suçlanmaktadır.
Martha yaşadığı acıyla bu kadar yalnızlaştırılırken tabii ki birlikteliği de yolunda gitmez. Filmin başında birbirini çok seven bir çifti canlandıran Martha ve Sean, yaşadıkları kaybın ardından, tıpkı filmde bahsi geçen ve 1940 yılında rezonansa girmesi nedeni ile aniden yıkılan Tacoma Narrows köprüsü* ile aynı kaderi paylaşır. Sean, ilişkilerinin başından beri onu sevmeyen Martha’nın annesinin adeta Türk filmlerindeki zengin babaların “Al bu parayı ve kızımın hayatından çık!” repliğinden sonra ortadan kaybolur. Martha ise haberlere dahi konu olan medyatik bir yargılama ve kızının yasıyla baş başa kalır.
Martha rolündeki Vanessa Kirby olağanüstü bir oyunculuk sergilemiş ve bu başarısı Venedik Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülü ile tescillenmiştir. Kirby’e özel hayatındaki gelişmelerle Sean’a paralel bir kişilik sergileyen Shia LaBeouf eşlik etmektedir.
*Filmde bahsi geçen Tacoma Narrows köprüsünün resmi olarak gösterilen tablodaki köprü, Türk izleyicisi için çok tanıdık bir köprüdür. İyi seyirler!