Geçtiğimiz yıl Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan Kelly Reichardt imzalı First Cow (2019), William Blake’in “Kuşa yuva, örümceğe ağ, insana dostluk” sözleriyle başlar. Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere filmin odaklandığı meselelerden biri dostluktur. Lakin film tüm omurgasını bu mevzu üzerine kurmaz. Zira Blake’in sözünde bundan çok daha fazlası vardır.
Jonathan Raymond’ın The Half-Life isimli kitabından uyarlanan First Cow,19.yüzyıldaki Amerika topraklarına götürüyor bizleri. İç savaş ve altına hücum döneminde Oregon’dayız. Fakat film, tarihin bu en önemli döneminde yaşanan güç savaşlarıyla ve nihayetinde yaşanan yakıcı sonuçlarıyla ilgilenmiyor. Zira filmin ne öyle büyük meseleleri ele alıp yüksek perdeden konuşmak ne de seyircide ani ve şiddetli duygular yaratmak gibi bir derdi var. First Cow, aksine tüm o kocaman kocaman meselelerden, şiddetten, silahlardan, kandan kaçıyor. İşte sırf bu sebeple Western türünün fiziki anlamda tüm koşullarına sahip olsa da bambaşka bir tarzı benimsiyor. Belki de Western türünü bile isteye alaşağı ediyor demek daha doğru olur. Zira bugüne kadar birçok yönetmenin yaptığı gibi türün tüm kodlarıyla oynuyor.
Bilindiği üzere 1903 yılında doğan ve günümüze kadar varlığını sürdüren -Hollywood’un ilk dönemlerinde sinemanın lokomotifi diyebileceğimiz – Western türü birçok defa klasik anlamından sıyrılarak bambaşka türlerle izdivaç gerçekleştirdi. Reichardt da Western’in tüm o bilinen kodlarından uzak durarak daha sakin ve daha incelikli bir yerden kuruyor hikâyesini. Böylece Western şeklinde oldukça etkileyici bir dram karşılıyor seyirciyi.
Film hem bir umutla ülkesini bırakarak hiç bilmediği ve henüz medeniyetin (ki bu medeniyet beyaz adamın medeniyetidir) tam olarak kurulmadığı topraklara gelen insanlardan manzaralar sunuyor hem de bunlardan ikisinin yol arkadaşlığına bizleri ortak ediyor. Yoksul ve umudu arayan Cookie (John Magaro) ve King-Lu’nun (Orion Lee) arkadaş olmalarına şahit olmamızla eş zamanlı olarak bulundukları yerleşim yerinin şefinin evine bir inek getiriliyor. Üstelik belirtmek gerek ki kıtada aslında inek yok. İnek ya da birçok şey beyaz adamın geldiği yerden getiriliyor. Yani aslında beyaz adam kıtaya gelip toprakları işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda kendisinin bolca vahşet ve işkence içeren medeniyetini de kıtaya getiriyor. Şef Factor İngiltere’deki çaya süt ekleme alışkanlığından vazgeçemediği için Avrupa’dan Amerika’ya inek getirecek kadar konforuna düşkün biri. Aradan yüzyıllar geçse de insanın değişmediği ne kadar aşikâr. Günümüzde de insanların artık doğaya, sağlığa, hayvanlara ve iklime etkilerini bilmesine rağmen sırf alışkanlıklarından vazgeçmediği için hayvansal ürünleri tüketmeye devam ettiğini ve kıtalar arası hayvan taşımacılığı yaptığı biliniyor. İşte film, günümüzde çok daha utanç verici şekilde gerçekleştirilen bu duruma bir parantez açıyor bu inek meselesi üzerinden. Belki de her şeyin ilkinin nasıl başladığını hatırlatmak istiyor.
İneğin (Evie) gelmesi oldukça önemli bir olay film için. Zira inek filmde herkes tarafından bakılan, arzulanan, elde edilmeye çalışılan bir arzu nesnesi adeta. Filmde zaten yine klasik Hollywood filmlerinde olduğu gibi arzu nesnesi bir kadın yok. Zaten beyaz adamla evlenmiş birkaç yerli kadın temsilinin dışında filmde neredeyse kadın görmüyoruz bile. Ama bu görevi inek (netice de o da bir dişidir) fazlasıyla karşılıyor. İnek, filmlerde çokça temsilini izlediğimiz femmefatale gibi. Sadece bir et ya da yavrusu için salgıladığı sıvı olarak görülen Evie, erkekleri birbirine düşüren, savaşları, kavgaları körükleyen bir obje konumunda filmin evreninde. Aslında kadın ile özellikle çiftlik hayvanları arasında patriarkal düzenin bakış açısında hiçbir fark yoktur.* Fakat Reichardt, bu patriarkal bakış açısıyla bir ortaklık taşımıyor: ineğin kıtaya getirilişine, onun sömürülmesine ve tam olarak esir alınmasına, bir nevi hayvanlar üzerinde kurulan modern köleliğin başlamasına eleştirel bir yerden yaklaşıyor.
Filmde bunun en aşikâr olduğu sahnelerden birinde şöyle bir şey söyleniyor: “Tanrı burada ineğin olmasını isteseydi buraya ineği kendisi koyardı.” Aslında oldukça temeli sağlam bir şey burada dile getirilen. Zira tanrı isteseydi beyaz insanı da siyah insanı da kıtada yaratırdı. Fakat kıtada bunların hiçbiri olmadığı gibi beyaz adamın medeniyeti de yoktu. Filmin ortaya attığı en çarpıcı iddia da bu olsa gerek. Buradan yola çıkarsak Amerika’nın beyaz adam tarafından işgal edilmesi ve orada tam da geldikleri ülkedeki hayatı inşa etmeleri yani tüm kötülükleri, şiddeti, vahşeti, ayrımcılığı da alıp getirmeleri Nuh’un Gemisi gibi biraz. Zira Nuh da dünyadaki tüm kötülükleri yok etmek için bir gemi tasarlar ve gemiye binmeyenler yani iman etmeyenler tufanda yok olurlar. Böylece yepyeni bir hayat iman edenlerle tekrar kurulur. Fakat dünya çok kısa bir sürede tüm o eski hâline dönmekle kalmaz daha da kötü duruma gelir. Çünkü bir rivayete göre Nuh gemide insanın üremesini de önleyerek insan türünü yok etmek ister. Çünkü tüm kötülüklerin sebebi insandır. Lakin Nuh’un planları gerçekleşmez ve insanlık tufandan önceki hayata çabucak döner. İşte beyaz insanın Amerika’da yaptığı tam da budur ne yazık ki. Tertemiz, el değmemiş o muhteşem topraklara gelerek kendi ülkesindekinden çok daha kötü bir uygarlık kurar. Film işte özellikle inek üzerinden bu dönüşümü göstermek ister. İneğin kıtaya getirilişi hayvan ticaretinin, filmin sonunda kafes içerisine alınmasıysa hayvan endüstrisinin başlangıcıdır aslında. First Cow, bu anlamda “Her şey nasıl başlamıştı?” diye soran bir film. “Bu duruma nasıl geldik?” sorusunun karşısında bir hafıza tazeleme gibi.
Kurulan yeni uygarlığın gölgesinde önemsiz birer insancık olan Cookie ve King-Lu ise ötekiyi temsil ediyor. King-Lu zaten Çinli olduğu yani beyaz ırktan olmadığı, Cookie ise genel geçer erkek temsiline tam uymadığı için. Cookie, yaşadıkları kulübenin temizliğini kendiliğinden üstlenen, kendisine emanet edilen bebeği avutabilen, sadece çörek yapmak isteyen ve bu konuda oldukça maharetli olan biri. Hatta Cookie’nin çöreklerini yiyen herkes annesinin çöreklerinin tadını aldığını söylüyor. Cookie bir nevi anneyi yani kutsal kadını temsil ediyor. Tüm bunlar vahşi batı erkek temsillerinden bir hayli uzak şeyler. İşte bu iki öteki birbiriyle yardımlaşarak hayatta kalmaya bir süreliğine de olsa hayaller kurmaya, ümit etmeye çalışıyorlar.
Lakin beyaz insanın kurallarına harfiyen uymaları gerektiği gerçeği yüzlerine tokat gibi çarpıyor çok kısa bir süre sonra. Zira onların hayal etmek gibi bir hakları olmadığını unutuyorlar. Doğanın olanı sahiplenen erk, onları hırsızlıkla suçluyor. Oysa çalan sadece King-Lu ile Cookie değil. Çünkü ineğin kendi yavrusu için salgıladığı sıvıyı alan herkes bu hırsızlığı yapıyor. Süt neticede ineğindir. Fakat inek bir hayvan değil de mal olarak görüldüğü için bu mala sahip olan kişi o süte sahip çıkıyor. Yani son tahlilde Evie, herkes tarafından sömürülen bir hayvan.
Film tüm bu büyük ve ahlaki açıdan tartışmaya açık meseleleri, karmaşık problemleri sesli seli dile getirmek yerine sadece göstermeyi tercih ediyor. Gevezeliktense özellikle uzak duruyor, daha çok görüntüler üzerinden konuşuyor. Örneğin birçok insanın yeni umutlarla geldiği “Yeni Dünya” fazlasıyla kirli, çamurlu ve pusludur. Bu anlamda kamera arkasındaki Christopher Blauvelt’ın başarısı görmezden gelinmemeli. Filmi izlerken bir an bile yok olmayan o kasvet duygusu 1.37: 1 ekran kullanımıyla tamamlanıyor.
Tarihe, her şeyin başladığı noktaya küçük bir kapı aralayan First Cow, neredeyse hiçbir karakterini tam olarak olumlamadığı gibi kimseyi taraf olma durumuna da sokmayan bir film. Zira Cookie ve King-lu da dâhil olmak üzere filmdeki tüm erkekler hayvanları her anlamda sömürerek geleneği devam ettiriyor. Fakat filmin başında bizi karşılayan kadın sayesinde her şeye rağmen geleceğe umutla bakmak mümkün diyebiliriz. Kim bilir, belki de gelecek o kadınlar sayesinde tüm bu erkek egemen sömürü dünyasından kurtulacak.
**Carol J. Adams’ın 1990 yılında yayınlanan “Etin Cinsel Politikasi – Feminist – Vejetaryen Elestirel Kuram” kitabı bu konuda çok daha detaylı bir analiz yapmaktadır.