Bir kelime, kâğıda dokunduğu andan itibaren takip ettiği diğer kelimelerin ve aynı zamanda kendisini izleyecek olan seslerin, cümlelerin, dizelerin kimliğini taşır, belirler, nesilden nesile aktarır. Dolayısıyla yaratıcısının el yazısını, imzasını, kişiliğini temsil eder. Nitekim edebiyat sanatının yansıttığı, yazar ile kelime arasındaki bu ilişkidir. Kelimeyi okumak, anlamını tanımak, keşfetmek, doldurmak için yazarı da bir o kadar tanımak gerekir. Böylelikle çetrefilli yaşamların kaleme aldığı dolambaçlı, ağdalı kurgular daha anlamlı hâle gelecektir. Bu bağlamda yazarların hayatlarını konu alan filmler, edebiyat kapsamındaki bu ilişkinin sinema gibi farklı görsel sanat dallarında nasıl bir üsluba büründüğünü anlatmaktadır. Sizler için seçtiğimiz başarılı örneklerde dünya edebiyatının duayenlerini ve eserlerine serpiştirilmiş, kendi hayatlarına dair izleri adım adım takip edebilirsiniz.
Nora (Yön. Pat Murphy, 2000)
İrlandalı yazar James Joyce’un klasikleşmiş eseri Dublinliler‘de yer alan bir öyküde Eveline adlı genç bir kız, rüyalar ülkesi Amerika’ya gitmek üzere limandayken ansızın gerçeklikle hayal arasında bir arafta, hayatını sorgulamaya başlar. Geçmişten başlayıp geleceğe doğru giden bir yoldur bu sorgu süreci ve yolun sonunda, ömrünün geri kalanını baştan aşağı belirleyecek bir ayrım beklemektedir: gitmek ya da gitmemek. Joyce’un kalem hayatına bir virgül koyup özel hayatına bir perde aralayan Nora, aslında Eveline öyküsünün de nasıl şekillendiğinin ipuçlarını veriyor. Yazarın 1904 yılında Nora Barnacle ile tanışmasıyla başlayıp kıskançlığın, hırsın, fedakârlığın fırtınasında tutkulu bir aşka dönüşen ilişkisi, kurgusal anlamda izleyiciyi sorularla bırakırken yazarın hayatına ve kalem üslubuna ilişkin pek çok soruya da yanıt oluyor.
The Hours (Yön. Stephen Daldry, 2002)
Bir kelimenin ömrü ne kadardır? Bir cümle, hangi zaman aralığında nefes alabilir? Bir roman, kaç kere tekrar edebilir? Kuşkusuz, feminist ideolojinin önde gelen yazarlarından Virginia Woolf’un çarpıcı eseri Mrs. Dolloway‘in izlerini takip eden The Hours, bu soruların yegâne yanıtını verir: ebediyen. Öncelikle XX. yüzyılın ortalarında Laura Brown’un (Julianne Moore) kitap ayracında dolanır sahneler. Laura hamiledir ve kocası için bir parti düzenlemek ister. Ancak bir yandan elinden düşüremediği Mrs. Dolloway, hamile kadının iç dünyasını satır satır aralamaya başlar. Öte yandan zaman XXI. yüzyıla akar ve tarih, yine bir kadının iç dünyasında, yine aynı kitabın cümleleriyle tekrar eder. Clarissa Vaughan (Meryl Streep), yarım asır öncesinin sayfalarında Woolf’un ölümsüz ruhunu Laura -ve daha bilmediğimiz pek çok kadınla- paylaştığından habersiz, Mrs. Dolloway‘i kendi hayatıyla yeniden yazmaktadır.
Woolf’un iç dünyasına ve onu intihara sürükleyen düşüncelere farklı tarzda bir biyografi ile yaklaşan The Hours, kelimeler kadar kadınsılığın da ne kadar evrensel ve ebedi bir ömrü olduğunun göstergesi.
The Last Station (Yön. Michael Hoffman, 2009)
Yazmak eylemi, yaradılış metinlerine kadar uzanan uzun soluklu tarihinde aynı zamanda “yaratmak” kudretinin de cüzi ölçüde gerçekleştiği bir konumdadır. Dolayısıyla manevi değeri ile maddi yansıması arasındaki dengeyi sağlamak, insana bahşedilen erdemlerin belki de en zoru, fakat bir o kadar da kıymetlisidir. Dünya klasiklerinin başyazarlarından Leo Tolstoy’un ömrünün sonlarına doğru, bu denge üzerine yaşadığı gelgitleri konu alan The Last Station, yazarın İnsan ne ile Yaşar? adlı eserinin beyazperdeye yansıması olarak da değerlendirilebilir.
Filmde Tolstoy Akımı olarak bilinen ve maddiyattan uzaklaşmayı, manevi değerlere öncelik vermeyi ilke edinen hareketin doğuşu anlatılır. Ancak bir tarafı derin politik etkiler taşıyan bu sürecin diğer tarafında, yazarın hayat arkadaşı ve bir nevi ilham perisi olan karısı, maddi hırs ve kaygıları da dengeye dâhil edecektir. Peki aşk mı, maddi servet mi, bir hayat ülküsü mü, yazma, beraberinde de yaratma eylemlerinin gücü müdür insanı yaşatan?
Il Postino (Yön. Michael Radford, 1994)
Kimi zaman en derin aşklar, kalemi eline aldırırken insana, kimi zaman kelimelerden dökülenler insanı âşık eder. Siyasi suçlamalardan ötürü, hayatını bir adada sürdürmek zorunda kalan Şilili yazar Pablo Neruda’nın (Philippe Noiret) edebiyat hayatı da genç postacı Mario’nun (Massimo Troisi) ilk olarak aşk hayatına, fakat zaman içinde yazarla kurduğu arkadaşlık sayesinde düşünce dünyasına mâl olur. Genç bir balıkçı olan Mario, postacılık için açılan bir ilana başvurur. Kabul almasıyla birlikte artık yazarın mektuplarını taşıyan postacı, aynı köyde yaşayan güzeller güzeli Beatrice’i etkilemek için şairane bir kimlik edinmek ister. Bu sırada Neruda’yla kurduğu dostluk, bir şiir ve edebiyat aşkına dönüşür. Eğlenceli üslubu ve Şili topraklarının hareketli neşesini taşıyan film, İtalya kıyılarından sunduğu muhteşem manzaralar ve başarılı kadrosuyla pek çok dalda ödüle layık görülmüştür.
Kafka (Yön. Steven Soderbegh, 1991)
1919’ın Prag sokaklarında, Jeremy Irons’ın canlandırdığı Kafka, bildiğimiz yazar kimliğinin dışında bu kez bir sigortacı olarak karşımıza çıkıyor ve akıllara hemen yazarın unutulmaz eseri Joseph K. geliyor. Ancak kurgu bununla da sınırlı kalmayıp Dava, Şato ve Dönüşüm’e dokunarak Kafka’nın kalem dünyasından geniş bir yelpaze sunuyor.
Filmde, iş arkadaşlarından birinin öldürülmesi üzerine harekete geçen sigortacı Kafka, bu cinayetin peşinde kendini bir yeraltı grubuyla yüz yüze bulur. Kafka zamanla görür ki devlete karşı faaliyetlerini gizliden gizliye yürüten grup, aslında sosyal alanda derin etkilere sahip bir organizasyondur ve şehrin pek çok yerindeki bombalama saldırılarının da sorumlusudur. Bu gerçekler ortaya çıktıkça gizem, gerilim ve bilim kurgunun Kafkaesk bir üslupla bir araya geldiği, sıra dışı bir yapım ortaya çıkar.
The Invisible Woman (Yön. Raplh Fiennes, 2013)
“Her başarılı erkeğin arkasında güçlü bir kadın vardır” sözü, İngiliz yazar Charles Dickens’ın hayatını konu alan The Invisible Woman‘da biraz daha irdelenerek can bulur. Evet, güçlü kadın her şeyi göze alarak ve tüm varlığını ortaya koyarak erkeği görünür kılar; fakat bu şekilde kendisi de tarihe, satır aralarındaki “görünmez bir kahraman” olarak geçmeyi göze almış olur. Nitekim Dickens’ın hayatına orta yaşlarında dâhil olan Ellen Ternan adlı genç oyuncu, yaşamını sahne üzerine inşa etmiş bir insanın, söz konusu bir yazarın sahnesi olduğunda nasıl gittikçe silindiğini anlatan bir metafor olarak okunabilir. Filmin başlığı her ne kadar bu görünmeyen kahramanı dile getirse de kurguda Dickens’ın tutkuları, Ellen’ı hapsettiği dünya ve aşk uğruna hırsları ağır basmaktadır. Bu özelliğiyle de filmin kurgusu, başlığının ima ettiği durumu belki gizliden, ancak tam anlamıyla ifade etmektedir. Bunun yanı sıra tarihi niteliğiyle de Viktorya İngiltere’sinin sosyal ilişkileri, cinsiyet rolleri ve toplum dokusunu yansıtması bakımından The Invisible Woman, belgesel tadı da barındıran bir dönem filmidir.
Sylvia (Yön. Christine Jeffs, 2003)
Meşhur Daddy şiirinin yazarı ve edebiyatıyla iç içe geçmiş çalkantılı kişisel hayatını, oldukça çarpıcı bir biçimde sonlandıran Sylvia Plath’in hayatını konu alan film, yazarın iç dünyasını ve ölüm kararını alana dek düşüncelerinin nasıl evrildiğini yakın bir empatiyle dile getirir. Bu doğrultuda kocası Ted Hughes’u da mercek altına alan kurguda evliliğe, yazarlığa ve kadınlığa Sylvia’nın gözünden bakarken bir erkek olarak Hughes’un, bu üç unsuru, bununla birlikte Sylvia’nın kalemini nasıl etkilediğini de adım adım inceleriz. Peki, sonunda genç yazarı intihara sürükleyen, zihinsel mücadeleler hâlinde yansıtılan, kendi iç çıkmazları mıdır yoksa yazarlığının önünde duran, aşamadığı toplumsal roller midir? Ölümünün nedeni büyük bir soru işareti olarak kalırken Sylvia, yazarın hayatına daha yakından bir bakış açısı sunarak “kadın” sorunsalını daha da genişleten sorularla baş başa bırakır bizleri.
In Love and War (Yön. Richard Attenborough, 1996)
Yazarın Ölümü başlıklı makalesinde Roland Barthes, bir metnin kaleme alındığı ve son cümlesine nokta konulduğu andan itibaren artık yazarın ürünü olmaktan çıktığını ve tamamen okuyucuya mâl edilen yeni bir metne dönüştüğünü ileri sürer. Ne ki Amerikalı yazar Ernest Hemingway’in, bir ambulans şoförü olarak çalıştığını, I. Dünya Savaşı’na katılıp insana dair pek çok kimliği gözlemleme fırsatı bulduğunu bilmeden ne Silahlara Veda anlamlı olacaktır ne de öykülerinde adeta suskun fırça darbeleriyle kısa ve öz şekilde resmettiği karakterler derinlik kazanacaktır. Dolayısıyla yazarın gençlik kalemi ile ileri yaşlarındaki olgun kalemi arasında geçen tarih, aynı zamanda Hemingway edebiyatının paralel tarihi olarak okunur. In Love and War da bu zeminde kurgulanmış bir biyografik yapımdır. Yazarın gençlik yıllarında savaşla mücadele ederken aşkla tanışmasını konu alan film, böylece sonraki zamanda Amerikan edebiyatının mihenk taşlarını oluşturacak eserlerin çıkış noktasını da dile getirir. Yapım, Hemingway’in gerçek hayat öyküsü üzerine kurgulanırken yönetmen Richard Attenborough, romantik türde oldukça sağlam bir eser de ortaya koymuştur.