Farklı çeviri alternatifleri olmakla birlikte resilience; zorlu, riskli durumlarda bireyin zihinsel, duygusal ve davranışsal olarak uyum sağlayabilme yeteneği anlamını taşır. Psikolojik dayanıklılık, sağlamlık, esneklik veya direnç olarak düşünebileceğimiz, bunların hepsini belirli derecelere kadar kapsayan resilience, çocukların gözlemlenmesiyle ilk defa ortaya atılmıştır. Eskiden tahmin edilenin aksine bazı çocukların süregelen yoksulluk, savaş, ebeveyn ihmali gibi olumsuz yaşam deneyimlerinde bile yapıcı ve olumlu yanıt verdikleri görülmüştür. Her satırda olmasa da Tao Te Ching metninde yer alan bazı şiirler, bazı dizeler ve satırlar resilience üzerinden okunmaya oldukça uygundur. Bunun temel sebeplerinden birinin Tao’nun çocuğa, zayıfa, hareketsize yaptığı olumlu vurgu olması muhtemeldir.
“Bilge Ruhlar Çocuktur” listesi, beyaz perdenin çocuklarında resilience kavramına odaklanarak Tao’ya atıf yapmaktadır. Tehdit edici yaşam deneyimleri; kayıplar, kaygılar ve ayrılıklar ile yoğun içsel bunalımlar yaşayan çocuk karakterlerin bulunduğu filmler, listede derlenerek direncin farklı derecelerinin göz önüne serilmesi amaçlanmıştır.
Lao Tzu der ki,
“Yaşayan otlar, ağaçlar yumuşak ve esnektir. Ölünce kuru ve kırılgan. O yüzden sertlik ve kırılganlık ölüme aittir; yumuşaklık ve hassasiyet hayata.
Sert kılıç kırılır. Eğilmeyen ağaç devrilir. Sert ve yüce göçer gider. Yumuşak ve zayıf ayakta kalır.”
Nobody Knows (Yön. Hirokazu Kore-eda, 2004)
Nobody Knows (2004), annelerinin evden ayrılmasının ardından kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalan dört kardeşi konu alıyor. Evdeki tüm işleri annesinin varlığında bile üstlenen on iki yaşındaki ağabey Akira, başta olağanüstü bir titizlik ve sorumlulukla kardeşlerinin tüm ihtiyaçlarını üstlenir. Ancak uzadıkça uzayan ayrılık, reddedilen yardım çağırıları ile umutsuzluk, film bitene dek bir gaz kaçağı gibi dört bir yanı sarar.
Çocuklar önce evden çıkmamak ve ses çıkarmamak üzere tembihlenir. Olay örgüsü gereği, kardeşlerden ikisi daha önce bir bavuldan çıkmamak ve ses çıkarmamak üzere tembihlenmiş olmalıdır ki filmin başında taşındıkları eve birer bavul içerisinde gelirler. Evi kiralayabilmek için böyle bir girişimde bulunulmuştur. Tahmin edersiniz ki çocuklar için bu bir oyun gibidir. Evi tutabilmiş olmanın yanı sıra bavulun içine girip sonra oradan saklambaç misali çıkmak… Belki ses çıkarmamak için nefesini tuttuktan sonra bir anda bir yetişkin tarafından bulunmanın heyecanıyla sevinç çığlıkları atmak. Nefesini tutarken onun seni aradığını bilmek.
Türkçeye ‘Kimse Farketmiyor’ olarak çevrilen filmde hem varlıklarını hem de yokluklarını saklamaları dikte edilen bu çocukları kimse aramaz, kimse bulmaz. Güneşli Tokyo sokaklarında alenen ortada yaşanan bir yokluğu kimse fark etmez.
Zifiri karanlığın ardından güneş doğar ve zayıf çocuklar ayakta kalır. Buz gibi gözlerle büyüdükçe büyürler.
The Spirit of the Beehive (Yön. Victor Erice, 1973)
İspanya İç Savaşı’nın sonlanmasının ardından Hoyuelos kasabasında film gösterimleri düzenlenmektedir. Ablası Isabel ile gösterime katılan Ana, diğer çocuklar ve kasabalılar ile heyecan, merak ve sinemaya özgü bir adanmışlıkla Frankenstein (1931) filmini izler.
Ana henüz kaygının ne olduğundan habersiz görünse de çocukluk deneyimleri göz önünde bulundurulduğunda, aslında kaygı hiç de yabancı değildir. Bilinmezlerin düşler ile bilinir hâle gelerek daha da kaygı uyandırdığı bu dönem, filmde ustalıkla anlatılmıştır. Bu noktada Ana’nın ısrarcı olduğu, ruhla iletişime geçme edimi hissettiği fakat farkına varamadığı bu kaygıyı bir şekilde çözümleme girişimi olarak görülebilir. Zira Isabel’in dediğine göre Frankenstein bir ruhtur, köyün az ilerisinde bulunabilir ancak bedeni yoktur, dolayısıyla da öldürülemez.
“Hayatı aramak ölümü bulmaktır. Hayatımızın on üç organı ölümümüzün on üç organıdır.”
Beden ile ruh arasında anlaşılmayan fakat sezilen bütünlüğe -veya ayrılığa- gönderme yapan bir sahnede çocuklar Don Jose isimli tahtadan bir adamın organlarını yerleştirir. Bu mıknatıslı organlar yerine oturduğunda Don Jose’nin kalbi atacaktır, ciğerlerine hava dolacaktır, yediklerini sindirebilecek ve gözlerini yerine yerleştiren Ana’yı görebilecektir…
Landscape in the Mist (Yön. Theo Angelopoulos, 1988)
Voula, küçük kardeşi Alexandros ile bir tren garında bekler. Tren bir daha ki sefer gelecek ve ikisini daha önce yüzünü bir kez olsun görmedikleri, ismini ve adresini bilmedikleri babalarına, Almanya’ya, götürecektir. En azından onlar öyle umut ederler.
Kendilerini hem kayıp bir ebeveyn olan babalarına hem de çocuksu bir Tanrı düşüne adarlar. Yürüdükleri çevre yolu evleri olur. Kayba verirler kendilerini, böylece kayboldukça evlerinde olurlar.
Yolculukları sırasında çöpe atılmış, fazla pozlanmış bir film şeridi bulurlar. Işığa tutulduğunda hiçbir şey gözükmese de bir ağacın fotoğrafı olduğuna dair inancını Alexandros yer yer filmi ışığa tutarak korur. Bu manzara filmin ışığında bana şu soruları sorduruyor:
1. Sis manzarasında görülecek bir şey var mıdır? Sis bir aldatmaca olarak yorumlanabilir. Örneğin, olmayanın olmadığını gizleyebilir ve onun sanki oradaymış gibi algılanmasına yol açabilir ki filmde babanın Almanya’da olduğu yalanı onun yokluğunun ve bilinmezliğinin sisten örtüsü niteliğindedir. Dolayısıyla görülecek bir şey yoktur.
2. Tanrının sözlerinde duyulacak bir şey var mıdır? Bu soru, babanın Tanrı olarak konumlandırıldığı film okumalarından türetilebilir. İzleyici bu soruya kendi cevabını ancak filmin akışında bulabilir.
Babanın uzanmayan ellerini tutamazsın. Film, yukarıdaki soruların kısmi olarak yanıtsız bırakılmasının aksine bu konuda çok nettir.
“Asla, asla adı konulamaz. Eski haline döner, geri döner olmamaya. Biçimlenmemişin biçimi de ona, imgesizin imgesi. Düşünülemeyen düşünce de ona. Yüzleş: Yüzü yok. İzle: Sonu yok.”
Filmde babanın bir yüzü olmadığı gibi, yolun da bir sonu yoktur.
The Return (Yön. Andrey Zvyagintsev, 2003)
“Güvenmemek güvenilmemektir.”
Ivan, ağabeyi Andrei ve on iki yıl sonra eve dönen babaları ile bir araba yolculuğuna çıkar. Acımasız ve tekinsiz görünümlü bu adama Ivan ne baba demeyi kabul eder ne de biraz olsun güvenir. Öte yandan Andrei pek fazla konuşmadan ve zıtlaşmadan geri dönen baba ile güvenli bir mesafeyi korur. Yolculuk boyunca ikili bu nüfuzlu fakat yabancı baba ile olduğu kadar doğa ile de mücadele içerisindedirler.
İncil referansları ile sanat tarihine göndermeler içeren filmde, baba tekrardan -bu sefer geri döndürülemez bir biçimde- yitirilene dek baba figürü olarak kabul görmez. Aslında zaten var olmayan bir babadır yitirilen. Yalnızca mistik bir sembol gibi o, hiçbir zaman tam olarak burada değildir ve var olmaz.
Özellikle Ivan, babadan uzaklaşmak için neredeyse bir intihar girişiminde bulunsa da bir türlü güvenemediği babası tarafından kurtarıldığında, belki de ilk defa bu acımasız adama baba demek istediği anda, onu yitiriverir. Yeniden sert ve yüce göçüp gidiyor, zayıf ve yumuşak ayakta kalır.
Cria! (Yön. Carlos Saura, 1976)
The Spirit of the Beehive (1973) filminden tanıdığımız Ana Torrent, Carlos Saura tarafından yazılıp yönetilen Cria! filminde tekrardan son derece etkileyici bir performans sergiliyor. Kayıp, yas ve ikisinin birincil tanıklığı arasında Ana, kendisini merkeze yerleştirir. Annesinin ölümünden sorumlu tuttuğu babasını kendisi öldürdüğüne inanır. Dahası, kendisi istediği veya kendisinden istendiği takdirde gözünü kıpmaksızın ölümü gerçekleştirecek güce sahip olduğunu düşünür.
İsmini ‘besle kargayı oysun gözünü’ deyiminden alan film, ancak geriye dönüşlerle bilebildiğimiz ve öznelliğimiz ile gölgelenmeye mahkûm olan çocukluk anılarımıza odaklanır. Öyle anılar vardır ki seneler geçmesine rağmen hiç dile getirmeksizin doğru olduğundan eminsinizdir. Fakat gün gelir ve böyle bir şeyin mümkün olamayacağını fark eder veya birisinden böyle bir şeyin hiç yaşanmamış olduğunu öğrenirsiniz. Zehrin kendisine bahşettiği tanrısal güç ile Ana’nın zihni, onun kontrol edilemeyenle başa çıkmasını sağlamıştır.
En iyi zehir suya karıştırılmasa da öldürür.
Ponette (Yön. Jacques Doillon, 1996)
Ponette bir trafik kazası sonucunda hastanede uyanır, kolu kırılmıştır. Yanı başındaki babası alçısına bir şeyler karaladıktan sonra annesinin durumunun iyi olmadığını söyler. Küçük Ponette’in annesi çok geçmeden ölür. Babası ise ona bakıp bakamayacağından emin olamayarak onu Claire teyzesine, kuzenlerinin yanına bırakır. Bunun nasıl bir ayrılık olduğu pek anlaşılmasa da Ponette tutmayı bile bilmediği yasla bir başına kalır.
Acı gülücükleri ve İsa’nın dirilişi anlatılarını dile getirişleriyle yetişkinlerin bir çocuğun yas sürecine ne denli uzak ve yabancı kaldıkları ortadadır. Kendi babası dahil, yetişkinlerden duruma uygun bir açıklama veya teselli bulamaz. Kendi yaşıtı olan çocuklar ise ölümü henüz kavramadığından Ponette’i yine dini bir temeli olan büyülü oyunlarla veya son derece deterministik açıklamalarla teselli ederler.
Lao Tzu Ursula K. Le Guin çevirisi ile der ki,
“Bilmeden bilmektir en iyisi. Bilmeden bilmemek ise hastalıklı.”
Yetişkinler kendilerini kandırdıkları gibi çocukları kandırmaya çalışır. Çocuklarsa henüz bunun inceliklerini öğrenmemiştir. Ponette, annesinin geri geleceğine olan inancı ve ihtiyacı ile babasının deyimi ile deli değildir. Ponette neye ihtiyacı olduğunu bilmeden bilir.
“Hastalıktan bıkmak, tek şifa.
Bilgeler hasta değildir. Hastalıktan bıkmışlardır, o yüzden iyileşirler.”
Ponette acısını görmek için gözlere ihtiyacı olmayan birinin özlemini çeker. Gerçek veya değil, içten bir temsildir gerekli olan. Bir düş veya bir rüya…
Alice in the Cities (Yön. Wim Wenders, 1974)
Listedeki diğer filmlerden biraz daha farklı bir tonla, anlatı bir çocuk olan ana karakterin gözünden değil, ona bakmak durumunda kalan yetişkin bir yazar olan Philip’i de odağa alıyor. Listenin son filmi olarak Alice in the Cities (1974), melankolik çocukluk hikâyelerinin aksine keyifli bir anlatı sunuyor.
Philip Winter, New York’tan Münih’e dönecekken havaalanında grev olması sebebiyle uçuşların iptal edildiğini öğrenir. O sırada bilet almak için aynı gişede bekleyen Lisa da kızı Alice ile Almanya’ya dönecektir. Beraber Amsterdam’a bilet alıp oradan Almanya’ya geçmeye karar verirler. Fakat Lisa New York’ta bir gün daha kalacağını söyleyince Philip, Alice ile Amsterdam’da kalakalır. Uçaklar iniş yapar ama Lisa inmez. Bu durumda ne ismi ne adresi bilinen büyükanneyi aramaktan başka çare kalmamıştır.
Çıktıkları yol bilinmezlerle dolu olsa da fotografik hafıza ile üstesinden gelmeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki yol ona güvendiğiniz ölçüde engebesizdir. Umudunuzu kaybetmezseniz ve tabii ki de biraz şansız varsa…