“Benim hikâyem gerçek.”
Her bir kelimesi iddialı; ancak bir o kadar da öznel, alabildiğine kişisel. Tek başına kendince bir hayat süren yazar ve anlatı uzmanı Alithea, yüzyıllara meydan okuyan hikâyesine bu kelimelerle başlar ve kısa bir de açıklama ekler ardından: “Ama bunu bir masal gibi anlatırsam size daha inandırıcı gelecektir.” Bunları der demez de izleyiciyi inanmak ile inanmamak; gerçeklik ile kurgu arasında çözüme asla kavuşamayacak bir düğümün ortasında bırakır. Tam üç bin yıl, hatta insanın telaffuz ettiği ilk kelimeyle başlayan bir süreç boyunca bu düğüm daima var olacaktır. Dahası; tüm dilleri, anlatıları, kültürleri, inançları, dinleri ve ideolojileri de inşa edecek, inanıp inanmamaksa biz “dünya izleyicileri”ne kalacaktır. George Miller’ın yönetmenliğinde, 2022 yapımlı Three Thousand Years of Longing, işte bu yegâne düğümün hikâyesini uzun soluklu bir masalın içine koyarak özellikle son zamanlarda yaygınlaşan sözlü anlatı sanatını “binbir gece filmine” dönüştürür.
Özetle bir konferans için İstanbul’a gelen İngiliz anlatı uzmanı Alithea’nın, bu büyüleyici şehrin efsunu içinde bir masala dâhil oluşunu anlatır film. Mısır Çarşısı’nın esrarengiz dükkânlarında kaybolurken bir şişeye gönlünü kaptırır. Eski, dikkat çekmeyen, üstelik yangında hasar görmüş bir şişedir bu. Fakat Alithea’nın gözleri değil, gönlü seçmiştir onu. Ve gönül dokunduysa, muhakkak bir bildiği vardır. Bu noktada daha fazla ayrıntıya özellikle girmek istemem, çünkü filmi iki uçlu bir tünele benzetiyorum: Bir ucundan girdikten sonra kesintisiz ve soluksuz bir şekilde sona ulaşma arzusu serpiliyor biz izleyicilerde; fakat uçtaki ışığa ancak tek başına gidebiliyor insan. Yani bir bakıma kişisel bir yolculuk davetini kabul etmiş oluyor Alithea’nın son derece “gerçek” hikâyesine dâhil olunca. Ve tünel, kendi içinde kapalı olduğundan ilk sahne ile son sahne arasında hiçbir kesintiye yer vermemesi gerekiyor yolcunun -ki sonundaki düğümü kalbinde (kendince) çözümleyebilsin.
Bu yapısından ötürü filmdeki olay akışının tadını çıkarmayı sizlere bırakıp anlatı biçemi ve gerçekçilik konuları üzerinde durmak isterim. Tarih, bir anlatı olmaktan çıkıp yazılı bir kalıba döküldüğü andan itibaren gerçeklik değeri de değişmiştir. Harfler, işaretler, kelimeler ve cümleler, soluk renkli kâğıda döküldüğü vakit donar. Artık onları değiştirmek, eğip bükmek mümkün değildir. Bu nedenle söz uçarken, yazı daima sabit kalır. Yazının somut gerçekliği tartışılmazken sözün uçarı kıvraklığı, bükümleri, havadaki tınısı, sırtlandığı anlamı da tamamen kendi ellerinde hamur gibi bükebilme gücünü verir sözlü anlatıma. Alithea da açılış sözüyle her şeyin başlangıcını bu devingen zemine inşa etmiştir: Benim – hikâyem – gerçek. Bu cümle, basitçe yan yana sıralanmış üç sözcükten ibaret olarak değerlendirilemez. Daha doğrusu, daha en başta öyle büyük bir iddia taşır ki dikkate alınmak zorundadır. Dolayısıyla her bir kelime ayrı ayrı incelenmeyi hak eder. Bu nedenle gelin sizlerle ufak bir dil analizi yaparak Alithea’nın hikâyesinde dile getirilmeyenleri keşfedelim.
“Benim” derken Alithea tüm anlatıyı daha en başta sahiplenir. Anlatıcı olarak otoritesini ilan eder. Hikâyenin sonrasında gelecek gerçeklik, artık bu güç tarafından kontrol edilecek, değiştirilecek, belki taraflı hâle getirilecektir. Öte yandan sahipleniş, hikâyeyi bir kapalı kutu içine koyar. İnsanlık tarihi bir hikâyeler nehriyse eğer, “benim” diyerek sahiplenilen bir nokta, nehrin içindeki bir damlanın özeline indirger her şeyi. Onu diğerlerinden ayırır, özelleştirir. Artık dinleyeceğimiz her şeyin, bir mahremiyete ait olduğunu ve kişiselleştirildiğini biliriz. Alithea’nın hikâyesi ancak onun dudaklarından, onun sesiyle, onun yüreğiyle anlatılıp yaşanabilir.
“Hikâyem” kelimesiyle de tüm anlatının rengini belli etmiştir. Dinleyeceğimiz şeylerin gerçekliğini bu kalıp içinde tartıp biçeriz. Çünkü her hikâye, kişisel bir deneyimin dile dökülmüş kurgusal bir panoramasıdır. Bu yönüyle de tarihi olgulara, olaylara ne denli yakın olursa olsun öznelliğin sınırlarında kalacaktır. Ve bu “hikâye”nin iyelik ekiyle aktarılmış olması da öznelliği pekiştirir.
“Gerçek” kelimesi neden eklenmiştir peki? Böyle bir iddiada bulunarak zaten şimdiye kadar kurulan “kurgusal ve öznel gerçekliğe” bir ironi mi yapılmak istenmiştir? Şahsi bir hikâyenin, öznel bir anlatının gerçek olabilmesi mümkün müdür? Alithea da mesleği gereği böylesi bir paradoksu kucaklayabilecek en iyi karakterdir. Çünkü doğası gereği hiçbir öznel anlatının gerçekliği sorgulanamaz. Her hikâye; kendi gerçekliğini kurgular, onun dimağından seslenir. Yarattığı evren bu kurgunun çizdiği çerçevede pekâlâ gerçektir; ancak sınırların dışında herhangi bir mutlakiyet iddia edemez. Dolayısıyla kendi hikâyesinin gerçek olduğunu söylerken Alithea, tüm anlatı evreninin biricik paradoksunu üç kelimede ifade etmiştir. Daha da büyük bir iddiada bulunacak olursak, post yapısalcılığı üç kelimede özetlemiştir.
Sonrasında yaptığı kısa açıklama ise taşları yerine oturturken her şeyi daha ilginç kılar. Gerçek olan bir hikâye, daha inandırıcı kılınmak için bir masal dilinde anlatılacaktır! Kurgusallık ve öznellik, bu açıklamayla beraber zirve noktasına ulaşır. Artık bu yolculuğa cinler de dâhil olur, ifritler de girip çıkar, büyülü yolculuklar ve zaman bükülmeleri de. Bu unsurların her biri, “gerçek” kelimesini yerle bir eder; Derrida’nın oyunu gibi oynar içinden çekip çıkardığı anlamla. Böylece Miller, bin bir gece masallarının anlatı yapısını beyazperdeye uyarlayarak hem göze hem kulağa ve düşlere hitap eden muhteşem bir anlatı şöleni kurmuştur. Şölenin son lokması yüreğimizi burkarak gözlerimizi doldururken baştaki üç kelimeyi bir defa daha hatırlamak, hikâye anlatıcılığının tarifsiz gücünü ve büyüsünü bir kez daha bizlere yaşatır.
Biz kelimeler ve söz dizimlerinin satır aralarında kayboladuralım, siz bu romantik masalın tadını çıkarın ve tek başınıza gireceğiniz tünelin sonunda yanınızda kimleri bulacağınıza hayret edin!