Fransa. 17 Ekim 1961. Cezayir Savaşı’nı protesto eden on binler ve o on binlere ateş açan Fransız polisi. Kırmızı günün sonu: Seine nehrine atılmış yüzlerce Cezayirlinin cesedi ve nehirden haftalarca akan katliam kırmızısı. Fransa suskun. Yıllarca, bu utancın fotoğrafı Fransa’nın toplumsal hafızasının bodrumuna hapsedilir. Yıllarca… Gerçekten hapsedilebilir mi peki? Tak tak! Nereden geldi o ses? Bodrumdan?
Haneke, söyleşilerinin birinde Caché’in (2005) başlangıç noktalarından biri olarak işte bu katliamı gösterir. Şöyle der: “İki yüz kişi öldürüldü ve Seine nehrine atıldı. Bir haftadan fazla bir süre nehirden aşağıya yüzüyorlar ve kimse bundan bahsetmiyor. Kırk yıl! Bu, hikâyenin başlangıç noktalarından biriydi.”
Caché; Haneke’den izleyiciyi bakmanın ötesinde, görmeye zorlayan, post-kolonyalizm, evrensel suç ve liberal ahlâk kolonlarının üstünde yükselen bir 21. yy başyapıtı.
George Laurent, televizyon kanalında edebiyat programı yapan bir Fransız “entelektüelidir.” Yayınevinde çalışan eşi Anne ve oğulları Pierrot ile beyaz renginin hâkim olduğu evlerinde, görünürde yalıtılmış bir hayatları vardır. Bir gün, kapılarında bir çocuğun elinden çıkmışa benzeyen, ağzından kan fışkıran bir çocuk resminin olduğu, kâğıda sarılı bir kaset bulurlar. Evlerinin girişinin uzun bir çekim kaydı olan ve ilk başta önemsemedikleri bu kasetin devamının gelmesiyle birlikte George, çocukluğuna dönecektir ya da dönmek zorunda kalacaktır. Orada, çocukluk anılarında biri karşılar onu: Majid adında Cezayirli bir çocuk. Elinde George’a vermek istediği bir hediye vardır Majid’in. Eski bir suçtan kalan… Verecek midir peki?
George’un ebeveynleri, anne ve babası Seine nehrinde boğulanlar arasında olan Majid’i “sorumluluk” hissiyle evlatlık edinir. Ancak George için bu diğer çocuk, tahtının sallanması anlamına gelir. Kurduğu tuzakla Majid’in yüzünü kan içinde bıraktıktan sonra onun tüberküloz olduğuna ailesini inandıran George, Majid’i “ait olduğu yere”, yani yetimhaneye yolcu eder ve onun iyi bir eğitim görme şansını elinden alır.
Kaseti gönderenin Majid olduğundan şüphelenen George için, zihninin deposuna kilitlediği ‘’ağzından kan gelen çocuk” imgesi, sadece bilincinin en zayıf anında, uyku hapını alıp dalmaya başladığında flaş gibi çakmaya başlar. George’un Majid’e olan bu kayıtsızlığı, gizemli kasetlerin, sunduğu televizyon programını, yani kariyerini kaybetmesine neden olabileceği korkusunu hissetmesiyle, yerini endişeye bırakır.
Haneke şöyle der: “Hepimiz liberalizmin tutsağıyız ve kaybetme korkusu her gün bizimle.” Tabii ki burada suçu topluma atma kolaycılığına girmez Haneke. Sonu “–izm” ile biten bu ideoloji denen şeyin, “toplum” kavramıyla eşantiyon gelmediğine vakıftır Haneke. Yoksa ne harika araçtır suçu topluma atmak için şu ideoloji denen şey. Haneke için suç, toplumun değildir de tek başına herkesindir o zaman! Yoksa bu iki ifade aynı kapının yolcusu mudur? Umarız ki değildir!
Majid, George’u evine davet eder ve Haneke bize “o” sahneyi bahşeder. George’un tek istediği bir an önce bu kaset mevzusundan da Majid’den de kurtulmak ve eski steril hayatına dönmektir. Görünürde Majid’le yüzleşmek ve ondan özür dilemek gibi bir niyeti yoktur. Majid kapıyı açar:
George: “Nedir tüm bu olanlar?” (Nedir mi George! Çalınan bir hayat!)
Majid: “Otur lütfen.” (Asıl öfkeli olması beklenen kişinin film boyunca sakin, suçlu olanın ise asabi gözükmesiyle Haneke bize ne demek istiyor?)
G: “Hayır. Ne istiyorsun?” (Ne mi! Fransa’nın, pardon George’un gözündeki perdeyi indirmeye niyeti yok anlaşılan. Neydi o şey? Liberal ahlâk?)
M: “Kaset konusunda gerçekten bir fikrim yok.” (Majid değilse kim? Yoksa kimse mi? Tanrı? Belki! Kim bu kaseti gönderen suçlu? Soyut bir suçlu mu? Suçun tarihin ötesine mi geçmesi? Evrenselleşmesi mi? Belki!)
G: “Hepsi bu mu?” (Pekâlâ George. Senden umudumuzu kestik!)
M: “Seni çağırdım çünkü sana bir hediye vermek istiyorum.”
Ve gerisi oldukça hızlı cereyan eden, Haneke sinemasına yakışır bir şekilde hiçbir pornografi içermeyen bir hamledir: Majid cebinden bir bıçak çıkarır ve hiçbir şey söylemeden kendi boğazını keser. Karşısındaki adamın, bilincinin bodrumunda kilitlediği “ağzından kan fışkıran çocuk” imgesini bodrumdan çıkaran Majid, toplumdaki yok oluşunun bedelini, bedenen yok oluşunun sebebi ederek ödetir George’a. Peki Fransa, pardon George ne yapar kan içinde yerde yatan adam karşısında? Sinir krizi mi geçirir? Telaşa mı kapılır? Durur. Sessizce durur ve bakar. Nereye gider ardından? Polise mi, hastaneye mi? Yoksa sinemaya mı? Tak tak! Bir ses mi geldi bodrumdan? Hişşt! Sessiz ol. Sinemadayız!
[tooplay file=”https://filmhafizasi.ams3.digitaloceanspaces.com/Cache_Majid_suicide.mp4″ type=”mp4″]
Hayatımda o sahnedeki gibi bir şok yaşadığımı hatırlamıyorum.Hiç bir korku filmi efektinin yapamadığı gerçeğin soğuğunu iliklerime kadar hissettiğim bir sahne.Sonrası mı ? Tıpkı öncesi gibi hiçbir şey olmamış gibi.Tıpkı filmi izleyen bizler insanlar gibi.Filmin bahsettiği Fransa gibi.Hayatımız öylece devam etti vicdanımızı gömerek.Bu yüzden bu film Türkiyeye de çok benziyor.