‘’Bugün öğreneceğimiz yeni sözcüklere geçelim. ‘’Deniz’’ kelimesi, tahta kolları olan deri kaplı koltuk anlamına gelir. Cümle içerisinde kullanımına örnek: Ayakta durma, denize otur da konuşalım. ‘’Otoban’’: şiddetli esen rüzgâr, ‘’Gezinti’’: eskiden döşeme tahtalarına katılan esnek malzeme, ‘’Tüfek’’: güzel mi güzel beyaz kuş demektir.’’
Seyirciyi bir banyo içerisinde, kasetteki ses kaydından günün kelimelerini dinleyen üç kardeş ile tanıştırarak yapar açılışı Lanthimos. Şüphesiz daha ilk sekanstan yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezdirmektir amacı. Peki ama bir şeylerin yolunda gitmediğine dair zihinlerimizde oluşan bu algı, bir medeniyet ve kültür sarmalı içerisinde döngüsünü sürdüren modern toplum gerçekliğinin kusursuz tezahürü müdür? İşte yanıtlanması gereken soru tam da budur.
‘’Dil varlığın evidir.’’ der Heidegger. Varlığın kendisini anlamlandırabilme, çevresini, nesneleri ve evreni keşfetme sürecine eşlik eden birincil enstrüman olarak karşımıza çıkar dil. Bu açıdan dilin yarattığı bu gerçeklik, ontolojik olarak varlığın gerçekliği ile örtüşür, dil doğrudan bir aktarım ve iletişim aracı hâline dönüşür. Heidegger, insanın hayatı ve nesneler ile ortaya çıkan olayları, otantik olma ya da olmama durumu içerisinde karşıladığını söyler. Otantik olmanın kişinin varoluş farkındalığını ayakta tutan farklı bir bilinç hâli olduğunu söyleyebiliriz. Dil bu noktada bu farkındalığın sınırlarında dolaşan insan için karanlıkta yolunu aydınlatan bir fenere dönüşür. Zira insanlığın yüzyıllardır birbiriyle sürdürmekte olduğu etkileşim ve toplumların kendilerine özgü aktarım mekanizmaları dilin gölgesinde varlığını sürdürür ve kendisine yeni yayılma alanları açmaya devam eder. Lanthimos kamerasını oldukça modern görünümlü bir villada despot kurallarla âdeta güdülerek yönetilen korunumlu bir ailenin sıkı sıkıya kapalı yaşantısına çevirirken, kültürün şekillendirdiği toplumsal varlığımıza dair de pek çok sorgulamaya girişiyor. Dil kültürün ana damarlarından birini oluşturuyor, uygarlığın mayasını şekillendiren bir unsur olarak toplumların biricik hafızası konumuna geliyor ve yaşayan bir organizma şeklinde tecrübelerin, yaşanmışlıkların ve geleceğe aktarılacakların altın anahtarı oluyor.
Dilbilimci Saussure, dili tanımlarken üçlü bir ayrıma gidiyor. Bunlardan ilki insanın dili oluşturma kapasitesine tekabül eden langage, ikincisi sistematik olarak oluşturulmuş dil anlamına gelen langue ve sonuncusu ise bir insanın dili ifade etmesi, konuşması olarak adlandırılan parole. Saussure dilin sistematik oluşumu üzerine eğilerek langue kavramı üzerinde yoğunlaşıyor. Burada, langueyü, İngilizce, Türkçe, Fransızca gibi, toplumların konuştuğu diller olarak algılayabiliriz. Saussure yine göstergebilim ve dilbilim arasındaki ayrıma değinerek göstergeler arası anlam ilişkilerinin birbirleriyle olan derin etkileşiminden bahsediyor. İşte Kynodontas (2009)’da, bir kasetten dinletilen ses kaydı ile hafızalara kazınan bu ilk sekans, çevrenin, toplumun ve kültürün birey üzerindeki yoğun etkisini gösterme noktasında seyirciye unutulmaz bir tecrübe yaşatıyor. Bebekliğinden bu yana duyduğu sözcükleri konuşma kabiliyeti kazandığı ilk andan itibaren yavaş yavaş tekrarlamaya ve bilinçaltını şekillendiren tüm ögeleri bu kod sayesinde oluşturmaya başlayan insan, dilin boyunduruğunda; elden ele gezdirilen, öğretilerin tutsaklığı altında form kazanan bir oyun hamuruna dönüşüyor. Baskıcı tutum, kendisine kurallarını kabul ettirecek bir tapınma ritüeli hazırlarken, filmde ebeveynlerin çocukları üzerinde dil aracılığıyla kurdukları bu hakimiyet aynı zamanda etkin ve eleştirel düşüncenin, özgür ifadenin somut şekilde ortaya çıkışının da önüne çekilen bir set hâline geliyor ve Lanthimos seyirciyi içerisinde yaşadığı modern toplum gerçeklerini ve kültürün -dil gibi daha mikro temellerle- yarattığı anlam karmaşasını düşünmeye onu en zayıf noktasından vurarak çağırıyor: kendisinden.