“Adam niçin konuşmuyor?
Dinliyor da ondan…”
La Grande Bellezza (2013), seyircisine ulaştığı ilk andan itibaren üzerinde hem fikir olacağımız pek çok referansı dolaşıma sokan, etkileyici bir anlatım diline sahip. Anlattığı hikâyeler tamı tamına birbiriyle bütünlük teşkil etmese de, ömrü boyunca muhteşem güzelliği düşleyen Jep Gambardella(Toni Servillo) gibi ‘hiçbir şeye’ ilgisi kalmayan kahraman(lar)ın merceğinden ‘mahrum kalınan cennet’ tasavvurunun nasıl bir şey olabileceğini deneyimler.
Yönetmen Paolo Sorrentino söylemin bütün olanaklarını müthiş bir ahenk içinde kullanırken elbette dehâsını besleyen ustalarına öykünmüş, onların İtalyan sinema geleneğini kendi imkânları ile zenginleştirmekten ve tek potada eritmekten kaçınmamış. Federico Fellini’nin kent imgesini ve kültürel huzursuzluğunu, Vittorio De Sica’nın görmek ve göstermek konusundaki ısrarlı tavrını ve Michelangelo Antonioni’nin farklı sinemasal tecrübelerini (diyalog kullanımı yerine mekân odaklı anlatım stili, kent sokaklarında uzun yürüyüşlerle yolculuk metaforu, boşluk hissini çoğaltan boş caddeler vb) kendi tavrıyla mayalarken, izleyiciye yeni düşünme biçimleri vaat eden sinemasını ‘yaratıcı’ bir oyun alanına devşirmeye de muvaffak olur. Başka deyişle edebiyat ya da sinema, klişeleri kullanarak bir yeniden yaratma sanatı ise Sorrentino, tek tip anlatıma angaje olmaya ihtiyaç duymaksızın filmografisini öykü anlatıcılığı üzerine inşa eder. Metni taşıyan diyaloglar, tiyatro geleneğinin güçlü söylemini korur ancak diğer yandan zengin kamera hareketlerinin büyüsüyle de kaybolup gitmez. Paolo Sorrentino sinemasını güçlü, söylemini etkili kılan şey tam da bu öyküleme becerisidir. La Grande Bellezza, Sorrentino sineması içinde, söyleyişteki muazzam çabanın en yetkin örneğidir.
Karnavalesk bir gösteriyle 65. yaşını kutlayan Jep Gambardella, tek ses getiren kitabını yıllar önce yazmış ve ömrünü yaratıcı dehâsını aramakla tüketmiş bir yazar. Üstelik karizmatik biri. Hikâyesini ilginç yapan şey, ne iyi bir yazar olması ne de bizi ona çeken o tuhaf aurası. Elinde ‘hiç’ten başka şey kalmamış olmasına rağmen hayat denen boşluğun içinde bizi gezdirebilme cüreti, yolumuza söyleyemediklerimizi çıkarabilme gücüdür. Fanilik, doyuma ulaşmayan arzular ve zamanın bir yerinde yitirilenler avuçlarımızın arasında Jep’in iç görüsüyle dikenli bir tel gibidir adeta. Herkes hayatın bir yerinde incinmiş, yarım kalmış, başka ilişkilerde kendini görmekten imtina etmiştir. Jep’in arkadaşlarıyla sık sık toplandığı terası, hatırlananların yarattığı tahribatın en önemli tanığıdır neredeyse. Bu noktada kahramanlar en iyi bildiğimiz şeyi yaparak, hatırlananlar üzerinden yaşamı bir anıya dönüştürürler. Paolo Sorrentino, geçmişi anılaştırarak Jep Gambardella’nın omuzlarına bir sorumluluk yükler. Hayata bir hamle yapabilmesini önerir ona.
Jep için önerdiği hamleyi daha önce Le Conseguenze Dell’Amore’da (2004) dener. İsviçre’de bir kasabaya yerleşen münzevi iş adamı Titta’ya (Toni Servillo), onu neden tehlikeye soktuğunu sonradan öğreneceğimiz bir aşka teslim olması için fırsat tanır.
Paolo Sorrentino kahramanları, dibe doğru düşünen ve orada buldukları ile nasıl başa çıkacağını ön göremeyen karakterler. Bu, onları bir duruş biçimi olarak sessizliğe büründürüyor. Gerek Titta gerekse Jep Gambardella’nın biraz daha ileri giderek, vazgeçişi seçtiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Onlarınki bir tür arınma, perhiz. Hep geleceğin beklenmedik değişimlerle gelip, yaşamımızı şaşkınlıkla farklılaştıracağı o “bir şey” umudu, Jep ve Titta’da son şansa evrilir. Ancak bunu gecikmişliğin haldır huldurluğuyla değil; tecrübenin kılavuzluğuyla yapmak isterler. İkisi için de bilinmeyen bir adrese yolculuk başlamış olur. Bu noktada şu tespiti yapmamız mümkün: Paolo Sorrentino sinemasının meselesi, gerçekliğin tanımlanması ile ilgilidir. Modern bireyin yalnızlığı, ona sunulan seçeneksiz yaşam formları üzerine elbette eleştirisini yapar ancak bundan aşkın bir şeydir onun dert edindiği. La Grande Belleza’nın açılış sahnesinde yaşanan ve onu takip eden tüm ölümlerle bu dünyada varoluş endişesinin üstüne gider. Bu anlamda öykü en ön plana çıkan unsurdur Paolo Sorrentino sinemasında.
La Grande Bellezza, hikâyeyi tamamlayacak atmosfer ve mekân tasarımlarında da biçim estetiğine önem veren bir film. Bu estetik gayret, dilin söyleyemediklerini söylemleştirmede ve öykünün hissini güçlendirmede üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirir. Kahramanın kendini bulma serüvenine eşlik eden Roma kenti, onun tecrübesiyle eşitlenecek en eski kentlerden. Elbette Jep’in birkaç gün süren yolculuğunun, kentin edinimlerini içselleştirmemize pek yararı olmayacak. Ancak Sorrentino’nun Roma’da böyle bir mizantropu böyle taşkın bir hazcılıkla öykülemesi, kentin bir karakter olarak anlam dünyamızı yaratmamıza hizmet edeceğini sezinlemesi ile ilgili olmalı. Bununla birlikte zamanın, kentin yüzünde bıraktıklarını seslerle, renk ve ışıkla, müzikle, sembolik düzenin ritmiyle duyumsayabileceğimiz küçük ölçekli bir kosmos inşa ettiğini de söyleyebiliriz. Parçası olduğumuz şeyi bize hatırlatarak. Batıya göç eden flamingoların parti sonrası Jep’in terasını doldurup dinlendikleri sahne, bu anımsayışı muhteşem bir yorumla görüntüler. Paolo Sorrentino modern bir derviş tavrıyla, Gambardella’nın evini ziyarete gelen rahibe Maria karakterinin nefesiyle bir çeşit sufizm tevazusunu imler hikâyenin içine. Üstelik izleyiciye flamingoları havalandıran, muazzam oldukları için yalnızca köklerden beslenen (bir metafor) ve fakirliği konuşamayan o nefesin kendisi olma hevesini de lütfederek…
La Grande Bellezza, geniş açılarla yakaladığı Roma parıltısını, barok bir görsellikle hatta kimi zaman burleskleştirerek, atmosfer ve mekân yaratımında etkili bir estetik yakalamayı başarır. Bu stil gayretinin, filmin anlamı içinde nafile bir çaba olduğuna dair farklı fikirler olsa da, Sorrentino kahramanların yanılgısını, onların kendi olağanüstü hikâyelerini yaratma telaşını bu stilize görsellikle ikna edici hâle getirmeyi başarır.
Müzik, bir Paolo Sorrentino filminin vazgeçilmez baş karakterlerindendir şüphesiz. Üstelik farklı kamera hareketlerine, sosyal ortamlara, ruh hallerine hatta ışığa göre değişen bir çeşitlilikle. Söz gelimi ekstaz halindeki bir parti için çıldırtıcı pop müziği, ölümü anımsamak için kilise müziği, ilahi bir arınma için Arvo Part minimalizmi, bir cesaret anı için Mogwai kendi diyalogunu geliştirir Sorrentino filmografisinde. David Lang’den Raffaella Carra’ya, Arvo Part’tan Sir John Tavener’e, Zbigniew Preisner’dan Georges Bizet’e uzanan muazzam seçki, diğer filmlerinde de benzer müzikal şölenleri görmemizi, duyumsamamızı sağlar.
Oyunculuklara gelince, Paolo Sorrentino’nun vazgeçilmez oyuncusu Toni Servillo’nun muhteşem performansı ile senaryoya kattığı sahicilik ve yorum bambaşka bir tecrübe. O, hayat üstüne seyircisiyle sessiz konuşmalar yapar. Gerçeğin sıkıcı olduğundan, eğlenmek için değil haz için bir araya gelen insanların gereksizliğinden ve bir beyefendi olduğundan dem vurur. Bakışı, sigarayı yakışı, elini cebine atışı ya da kıpırtısız dudakları bir fikirdir. Toni Servillo işte bu fikrin kendisi olur güçlü oyunculuk tecrübesiyle. Bu minvalde şunu talep etme hakkını seyirci ister istemez kendisinde buluyor. “Keşke Paolo Sorrentino daha çok film yapsa, Toni Servillo da oynasa…”
La Grande Bellezza, hayatın bir yerinde o muhteşem güzelliğe ulaşıp ulaşamayacağımıza dair bir öneri sunmaz, ancak her zaman bir şansın olasılığını müjdeler. Bizi ayakta tutacak denenmemiş bir şansın…
Yazı dili biraz daha sadeleşirse güzel olur diye düşünüyorum.
Bir film ve bir yönetmen tanımlaması böyle olmalı. Harika bir yazı. Filmi izler izlemez okudum, en az filmin kendi kadar etkiledi beni. Zaman, kıymetli ifadeler ve bir bakış açısı kattığınız için kendi adıma teşekkür ederim.