Aşk parmak izi gibidir; birbirine benzer en fazla, ancak bir eşi yoktur. Nerdeyse her hayat farklı bir aşk hikâyesi. Yazılmayan ve hayatın sonu ile yok olup biten ya da Shakespeare’in, Fuzuli’nin kaleminin ölümsüz kıldığı Romeo ve Juliet, Leyla ile Mecnun gibi sonsuza dek yaşayan… Son yüzyılda ise yeni bir anlatıcı icat oldu: sinema. Özgün birçok öykü anlatsa da, zaman zaman uyarlama eserlerle ortaklığa gitti rakibiyle. Kaşları, gözleri okuyucunun hayal gücüne bırakılan nice kahramanlar ete kemiğe büründü çıktı karşımıza. Yoksa biz nereden bilecektik Mecnun’un Orhan Gencebay, Juliet’in Claire Danes olduğunu aslında. Milyonlarca hayal gücünün yarattığı milyonlarca suretin tek bir bedende toplanması sinemaseverleri tavlasa da okurları hiç bir zaman tatmin edemedi. Roman olarak okumadığınız bir eserin sinema versiyonuna güzel dediğiniz anda hep şunu duydunuz: “Romanla alakası yok, sen kitabını oku asıl.”
Son dönem Türk Edebiyatının harika çocuğu Barış Bıçakçı’nın en sevilen romanlarından biri olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz (2004) de 2011 yılında Seyfi Teoman tarafından sinemaya uyarlandı. Bıçakçı’nın romanından bahsetmek için, -başta “naif” olmak üzere- nitelemek için pek de kullanılmayan sözcüklere ihtiyacım var. Bizim Büyük Çaresizliğimiz beton çatlakları arasında kendine yol bulan su gibi usul usul akıyor. Kocaman bir çikolatalı pasta değil, lezzetli bir pastadan sonra dudağında kalan ve her dudağını yaladığında tadını aldığın bir roman. Bizim Büyük Çaresizliğimiz kendine özgü, kibar, sevimli, umutlu, melodik, ipeksi atmosferinde, aşka, dostluğa, hayata ve ölüme dair de çok şey söylüyor.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz, aynı evde yaşayan biri kel biri göbekli ama ikisi de orta yaşlı Ender ve Çetin’in, anne ve babasını trafik kazasında kaybetmiş üniversite öğrencisi Nihal’e evlerini açmasını, sonra da ikisinin birden kıza âşık olmasını anlatıyor. Dile kolay, kulağa basit gelen bu öykü Barış Bıçakçı’nın mahir kalemiyle unutulmaz bir romana dönüşüyor.
Ender ve Çetin öncelikle mükemmel iki arkadaş. Dostlukları Ender’in tabiriyle bir nevi aşk. Romanın omurgasını da bu dostluk oluşturuyor. Roman, Ender’in ağzından Çetin’e yazılmış bir anı-mektup üslubunda. Seyfi Teoman ise romanı uyarlarken, böyle bir anlatıda işini kolaylaştıracak olan iç ses veya anlatıcı gibi tekniklere yüz vermemiş. Tamamen Ender’in gözünden anlatmak yerine üç karaktere de eşit mesafede durmuş. Çetin-Ender dostluğunu da ikinci plana atıp, ikilinin Nihal’e duyduğu aşka odaklanmış.
Çetin’i canlandıran Fatih Al filmin en başarılı oyuncusu, Güneş Sayın ise romanda kafanızda canlandırdığınız Nihal karakterine fiziksel açıdan oldukça yakın.
Ender’in Çetin’e içtenlikle yazdığı duygularını, diyaloglara taşımak, 2012 yılında kaybettiğimiz sevgili Seyfi Teoman’ı oldukça zorlamış. Romanda olmamasına rağmen, Çetin’in abisinin (Taner Birsel) de bir anda çıkıp gelmesi ve filme girmesi de bu yüzden. Ender öykünün anlatıcısı olduğundan okuyucu Ender’in hissiyatını, tüm duygusal iniş çıkışlarını 167 sayfa boyunca adeta ezberliyor. Seyfi Teoman da her ne kadar üç karakter arasında Ender’i merkeze koymaya çalışsa da karakteri yüzeysellikten kurtaramıyor. Bu anlaşılır bir dezavantaj. Ancak okurun gözünde, duygusal hadi en fazla balık burcu erkeği denilebilecek Ender’in, İlker Aksum’un oyunculuğuyla ve/veya Seyfi Teoman’ın yönetmenliğiyle neden efemine bir karaktere dönüştüğü ise anlaşılmaz bir tercih. Okurun kafasında Ender’in vücut dilini, sıklıkla bir kolunu diğer kolunun dirseğinin altına koyarak konuşan biçimde canlandırmadığına eminim. Oysa Barış Bıçakçı: “İkimizin de baş tacı ettiği filmi, eş cinselliğin sınırında dolaşan bir dostluğun hikâyesi biçiminde yorumlayan sinema eleştirmeni beyefendi, ikimizin sonunda, en sonunda haritada bir nokta olduğumuzu görse ne derdi acaba? Bizim bu aşık hallerimize, on yedi yıl boyunca hayatımızı birbirimizi daha sık görecek biçimde düzenleyişimize ne derdi? Eş cinselliğin kordon boylarında dolaştığımızı mı söylerdi? O güzel filme ilişkin berbat tanımlamanın canımı sıkan tarafı şu: Sınır var mı? İnsan severken basit sınıflandırmaların sınırlarını değil, kendi sınırlarını görür, kendi sınırlarında dolaşır, kendi sınırlarına değer. Benim tek bildiğim sınır bu.” cümleleriyle bu dostluğu nasıl okumamız gerektiğini Ender’in ağzından okuyucuya anlatmıştı.
Senaryonun yönetmen-yazar ortaklığı ile yazılması bile romanın atmosferinin perdeye taşınmasına yardım edememiş. Romandaki “Nihal bir keresinde tüm kitapları okuyup okumadığımı sormuştu” cümlesi yerine, filmdeki, Nihal’in: (Biraz da Yeşilçam’daki köyden gelen cahil Ayşecik vurgusuyla) “Sen sahiden bu kitapların hepsini okudun mu Ender Abi?” repliği, benzer gibi gözükse de aynı duyguyu hissettirememeye bariz bir örnek. Ender’in “Tutunamayanlar” karakterlerini anımsatan hoş nüktelerini de Seyfi Teoman yeteri kadar kullanmamış.
Bizim Büyük Çaresizliğimiz’in iyi bir uyarlama olduğunu söyleyemesem de tavsiye edilmeyecek bir film değil. Atmosferi kendine has, duygusu böylesine yoğun bir romanı aynı güzellikte uyarlamak için küçük çaplı bir mucize gerekiyormuş, Seyfi Teoman bunu gerçekleştirememiş sadece. Bizim Büyük Çaresizliğimiz bu hâliyle romanı okumadan Ender ve Çetin’le tanışmak isteyenler için hoş bir seyirlik, kafasında romanı binlerce kez çekmiş okuru ise, film çok güzel diyene: “Romanla alakası yok, sen kitabını oku asıl.” demek zorunda bırakan bir film olmuş.
Not: GalaPera Fanzin’in Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır.
Bu eleştiri türündeki yazınızı bir ödevim gereği okudum. Değindiğiniz noktalar ve kullandığınız kelimeler gayet başarılı öncelikle tebrik ederim. Fakat romanda Çetin’in abisinin (Murat) geçmediğini yazmışsınız. Bölüm 12, sayfa 59 “Murat ağabey tam zamanında çıkageldi” diyerek hikayeye devam ediyor ve tam da filmdeki gibi seyreden diyaloglar geçiyor kitapta. Başta bu yanlışınızı düzeltmek isterim. Murat ve Çetin’in dostluğu (Ender’in bir bakıma aşk diye nitelendirdiği) filmde kitaptakine nazaran daha az işlenmiş doğrudur ama filme bakarak aralarında cinsel bir gerilimin bulunmadığını ya da anlaşılmadığını söylemek yanlış olur.