Sinemacıların anlatmak istediklerini uzun süreye ihtiyaç duymadan hayata geçirme yolu olan kısa filmler, sinema dili açısından oldukça farklı bir üsluba sahiptir. Temel senaryo kurallarının pek çoğu bu dalda geçerli değildir. Uzun metrajlarına hâkim olduğumuz yönetmenlerin farklı bir dille konuştuklarını gördüğümüz bu alan, onlara bambaşka bir açıdan bakmamıza yardımcı olur. Potansiyel bir liste dizisinin ilki. Keyifli okumalar.
Photo de Famille (1988, Yön. François Ozon)
Henüz öğrenciyken çektiği bu kısa metraj, kaynaklara göre kendisinin ilk filmi. Tamamen sessiz ve fazlasıyla amatör. Bir çocuğun ailesiyle yediği akşam yemeğinden sonra onları öldürüp “aile fotoğrafı” çekmesini konu alıyor. Herkesi sırasıyla uzak diyarlara gönderen kişi, Ozon’un aynı zamanda kardeşidir. Gerçi oyuncu kadrosundaki diğer kişilerin annesi, babası ve kız kardeşi olduğu düşünülürse bu o kadar da çarpıcı bir durum değil. Her ne kadar Ozon’un filmografisi içinde değerlendirmememiz gereken deneysel bir iş olsa da kendisinin anlatılarında çokça rastladığımız “aile”, “ölüm” ve “psikoz” gibi kavramları ileride kurcalayacağının sinyalini veriyor.
Carné (1991, Yön. Gaspar Noé)
Gaspar adlı bir manyağın yedinci sanatı aleve vermesinden, her şeyden önce Carné vardı. Kızıyla birlikte yaşayan bir kasabın intikam öyküsünü anlatıyordu. İntikam almasının gerekçesi kızına tecavüz edildiğini düşünmesiydi. Fakat filmi basit bir intikam hikayesi olarak sınıflandırmak oldukça kısıtlayıcı olacaktır. Zaten Noé sinemasını az çok tecrübe etmiş herkes yönetmenin asıl amacının anlatıdan çok seyirciyi kışkırtmak, rahatsız etmek ve sinemanın girilmemiş dehlizlerine yelken açmak olduğunu bilir. Carné, izleyebileceğiniz en aykırı kısa filmlerden olmasının yanı sıra en iyi ilk filmlerden de biridir. Öyle ki Cannes Film Festivali’nde En İyi Kısa Metraj ödülünü almıştır. Ayrıca 1998 yapımı Seul Contre Tous, bu kısanın uzun metraja uyarlanmış halidir.
Uyaralım, mideniz Noé kaldırmıyorsa asla izlemeyin!
Lumière and Company: David Lynch (1995, Yön. David Lynch)
Sinemanın doğuşunun en önemli paydaşlarından olan Lumière Kardeşler’in anısına bir film çekilmesi düşünülmüş. 1890’larda Lumière’lerin kullandıkları sinematograf ile çalışmak istenmiş. Bunun için 40 sinemacı ile anlaşılmış ve ortaya 40 farklı kısadan oluşan bir derleme çıkmış. Fakat bazı kurallar konulmuş: Her film 55 saniye uzunluğunda olacak, tekrar çekimi yapılmayacak ve maksimum üç planda çekilecek. Lynch’in ürettiği eseri izlerken aklınıza, “Bu film en az beş planda çekilmiş, kural bozulmuş.” gibi düşünceler takılacaktır ve bu kesinlikle doğaldır. Fakat hayır, kesinlikle her şey kuralına uygun. Lynch bir deha ve bu filmle birlikte valide edilmiş biçimiyle söylemek gerekirse tam bir kaçık!
Cigarettes and Coffee (2004, Yön. Cristi Puiu)
Rumen Yeni Dalgası’nın baş aktörlerinden Cristi Puiu, adını geniş kitlelere duyuran Bay Lazarescu’nun Ölümü’nden (2005) önce bu kısası ile dikkatleri üzerine çekmişti. Berlin Film Festivali’nde kısa filmlere verilen Altın Ayı’yı kucaklamıştı. Olağandışı sadelikte anlatımıyla izleyiciyi içine çeken yapıt, toplumdaki yozlaşma, aile fertleri arasındaki boşluk ve dönemin siyasal atmosferine yaptığı eleştirilerle ön plana çıkıyor. Tek masaya sığdırabileceği tüm insani çatışmaları seyircinin önüne seriyor.
Dans l’Obscurité (2007, Yön. Dardenne Kardeşler)
Boş bir sinema salonunda tek başına Bresson’dan Au Hasard Balthazar’ı seyreden bir kadının çantası, sessizce salonda sürünen hırsızın hedefi olur. Filmden etkilenen kadının yalnızlığına bu hırsızın elleri derman olur.
Kısacık bir sürede, insanın içine dokunan bir hikâyeyi anlatmak kolay iş değildir. Yaşamın içinde insanların düştükleri zor durumları ve bu durumlar ile başa çıkmaya çalışırken ruh hallerindeki kırılımları oldukça iyi anlayan ve yansıtan Dardenne’ler, kolektif sinema övme projesi Chacun Son Cinéma’ya (2007) bu dokunaklı filmle katkı sağlamışlar. Tarihin en büyük satir ve insan doğası hicivlerinden olan Bresson’un ünlü eşeği Balthazar’ın sesini arkada duymak izleyeni derinden yaralar.
Next Floor (2008, Yön. Dennis Villeneuve)
Aslında sinemada çok fazla gördüğümüz “iştahla, hiç doymazcasına bir sofra etrafında toplanıp ziyafet çekmek” alegorisi, bu filmden de önce kullanılıyordu. Daha doğrusu halen daha kullanılıyor, kullanılmaya devam da edecek. Ancak bunların pek azı Villeneuve’ün denemesi kadar iddialı olabilir. Bir grup burjuva, çılgınca ve doyumsuzca önlerine gelen yemekleri durmaksızın ve artan bir iştahla yer. Ancak bu sofranın açgözlülüğe tahammülü yoktur ve ziyaretçilerine garsonlar ve aşçılar kadar cömert davranmaz. Çok büyük bütçeli ve sıra dışı bir iş ortaya çıkaran Villeneuve, Hollywood’a yavaştan göz kırpmaya başlıyor.
The Wedding Sister’s Daughter (2018, Yön. Haifaa Al-Mansour)
Haifaa Al-Mansour ismi, aslında bir yönetmenden çok bir toplumu ifade ediyor. Arabistan’ın tüm kadınlarını simgeliyor bu isim. Coğrafyasının ilk kadın yönetmeni olmasının yanında oldukça kaliteli işler çıkaran Mansour’un ismi bundan birkaç on yıl sonra Suudi Arabistan’ın kültürel açılımını konuşurken karşımıza her kitapta çıkacak. Fakat şu an üstünde duracağımız bu başarılı yönetmenin neyi simgelediği değil, başlığa konu olan The Wedding Sister’s Daughter. Uzun metrajları kadar başarılı bir anlatı olduğunu söylemek güç olsa da Arap kadınının kamera önündeki temsili açısından oldukça önemli bir yapıt. Film, MIU MIU markasının kadın yönetmenler seçkisi için çekildi.