Bu ay röportaj görevi bana verildiğinde, aklıma pandemiden hemen önce prömiyerini izlediğim, Kara Kutu kısa filminin yönetmeni olan arkadaşım Can Deniz Atıcı ile söyleşi yapmak geldi. Can Deniz ile 2012 yılında gittiğimiz Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın Kadir Has Üniversitesi ile ortaklaşa gerçekleştirdiği Sinema Okulu’nda tanışmıştık. O kurstan sonra ben sinema üzerine naçizane yazılar yazmaya, o ise bizzat icraatın içinde olup yönetmenlik yapmaya başladı. Pek çok reklam filmi, video klibi, yerli ve yabancı sinema filminde gerek sanat yönetmeni asistanı gerekse senaryo yazarlığı ve yardımcı yönetmenlik görevlerinde bulunduktan sonra nihayet Şubat 2020’de senaryosu ve yönetmenliği kendine ait olan Kara Kutu kısa filmini çekti. Ben de sinema gözü çok gelişmiş olan arkadaşımı sizinle tanıştırmak istedim. Lafı uzatmadan sözü hemen ona bırakıyorum.
Can Deniz, bize sinemayla nasıl buluştuğundan bahseder misin?
Ben yaklaşık 2012’den beri bu sektörün içindeyim. Boğaziçi Üniversitesi ve The State University of New york’ta Uluslararası İlişkiler okudum. Ondan sonra İtalya’ya gidip tasarım üzerine yüksek lisans yaptım. Daha sonra Türkiye’ye dönüp Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde İç Mimarlık alanında yüksek lisans yapmaya başladım. Lakin bütün bu süreç boyunca her zaman sinema yapmak istiyordum. Aldığım tüm seçmeli dersler olsun, gittiğim aktiviteler olsun hep sinema üstüneydi. Mimar Sinan’da okurken, Film Mimarisi adı altında seçmeli bir ders aldım. Bu ders benim için kariyerimi belirlememde çok büyük etmen oldu. Hem sinema hem mimari bir arada, bunu yapmak istediğime karar verdim.
Dersin hocasıyla daha sonra arkadaş olduk, o da sanat yönetmeniydi. Önce Sertab Erener’in bir klip çekiminde çalıştık. Ondan sonra Hükümet Kadın (2013) filminin çekimleri için Mardin’e çağrıldım. O film, tabir yerindeyse yüzmeyi öğrendiğim bir proje oldu. Hayatımın kırılma noktalarından biri oldu.
Bu filmden sonra olaylar nasıl gelişti?
Yapım ekibinden bir arkadaş beni AZ Celtic Films’e yönlendirdi. Çok büyük bir Hollywood filmi geliyor diyerek, beni asistan olarak The Two Faces of January (2014) filminin çekimlerine çağırdılar. Bu filmden sonra bir gişe filmi ile bağımsız bir filmin çekimi arasındaki farkı gördüm ve işte bu, ben bunu yapmak istiyorum diyerek, fikren bağımsız filme yöneldim.
Ancak 2015 yılına kadar ağırlıklı olarak reklam filmlerinin çekimlerinde görev aldıktan sonra reklam piyasasında bir gelecek göremeyip, durmaya karar verdim. İşte o noktada yalnızca iç mimarlık yapmaya başladım ve bir yıl boyunca yalnızca iç mimarlık yaptım. Bu süre zarfında kendime çok fazla zaman ayırabildiğimi görüp, artık sinemaya geri mi dönsem dediğim anda İtalya’da okuduğumu bilen bir arkadaşım beni aradı ve “Ferzan Özpetek film çekecek, asistan arıyorlar ne dersin?” dedi. Ferzan Özpetek İstanbul Kırmızısı (2017) filmini çekecekti. Bu teklif o kadar iyi denk geldi ki, Ferzan Bey ile tanıştık ve hemen anlaştık.
Ferzan Özpetek nasıl biri?
Kendisi her konuda çok açık bir insan. Aşağıdan gelenlere, bir şeyler öğrenmek isteyenlere çok yardımcı olan biri. Ben aslında İstanbul Kırmızısı filminde Ferzan Özpetek’in asistanıydım, yönetmen yardımcısı değildim, ama o beni her şeye dahil etti. O film hayatımın seti oldu.
Hatta filmin bizzat içine de dahil etti (Gülüşmeler). O nasıl oldu?
O sahnede bir oyuncu aranıyordu. Filmde Mehmet Günsür’ün oynağı Yusuf karakterinin ölüsünün yıkandığı sahnede, kardeşi olsun istendi. Çok spontane gelişen bir olaydı. Yıkama ve cenaze sahnesinde göründüm, benim için de güzel bir anı oldu.
Daha sonra da Bitmiş Aşklar Müzesi (2017) mi geliyor?
Evet. İstanbul Kırmızısı’ndan sonra daha önce de birlikte çalıştığım Pomus Creative ekibiyle çalışmaya başladım. Murathan Özbek kısa filminin hikayesini bana gönderdi. Hikâye çok hoşuma gitti. Bir yaz Murathan ile birlikte filmin üstüne çalıştık, Aralık ayında da Bitmiş Aşklar Müzesi kısa filmi ortaya çıktı. O filmin hem ortak yazarı hem de ikinci yönetmeni oldum.
Ondan sonra da ortak projeleriniz oldu mu?
Tabii ondan sonra da yeni projeler geliştirdik. Orada çıkan fikirlerden bir tanesini toparlayıp Antalya Film Festivali Film Forumu’na göndermeye karar verdik. Benim ilk ağızdan dinlediğim gerçek bir hikâye vardı. Ona dayandırarak kurguladığımız Anafor adındaki bu hikâyemiz 2018 yılında Forum’a seçildi. Hala çok yapmak istediğim uzun metraj bir filmdir. Oldukça sert bir film olacak, kayıp bir çocuk hikayesidir.
Bir hikâyenin Forum’a seçilmesinin projeye nasıl bir faydası oluyor?
Antalya Film Forumu’nun şöyle bir getirisi oluyor: Dünyadaki film sektöründeki çok çok önemli insanlarla toplantı yapma fırsatı yakalıyorsun. Randevu alıp, insanlara fikrini anlatıyorsun ve onlar seni yönlendiriyor. Kimi fikrini çok beğeniyor, şöyle yap böyle yap diyor, kimi şurası olmamış, şunu yapsana bunu neden buna çevirmiyorsun diyor, biz de bu şekilde çok iyi geri bildirimler aldık. Kısaca herkes hikâyeyi çok beğendi ve iyi bir film olacağını düşündü. Hatta Festival’in o yıl onur konuğu Ferzan Özpetek ve Asghar Farhadi idi. Çok da güzel denk geldi orada beraber olmamız.
Peki, Kara Kutu nasıl çıktı ortaya?
Benim kenara attığım hikâyelerim var. Ya kendi kurguladığım ya da bir yerlerden bulduğum hikâyeler. Onlardan bir tanesiydi Kara Kutu. Kara Kutu, konservatuvar öğrencisi olan Selin’in hikâyesi. Ben de bunun için İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na çok fazla girip çıktım. Orada sağ olsunlar hem Keman Bölümü hem de Viyola Bölümü çok yardımcı oldular. Onların sayesinde ben o çocukların ve hocaların dünyasına girme şansını yakaladım. Filmde de aslında oyuncu çocuk cast etmeyi düşünüyordum. Konservatuvara gidip gelirken hocalardan biri, “Belki de oyuncuyu buradan bulursun.” demişti, ben çok ihtimal vermemiştim ama neden olmasın diye düşünmüştüm. Derken gözlem için gittiğim bir derste kapı açıldı ve kafamdaki kızın aynısı içeri girdi. Benim karakterimin adı Selin’di ve kızın adı da Selin çıktı. Dedim bu işte bir iş vardı. Deneme çekimleri yaptık. Ailesinin onayını da alarak Selin ile deneme çekimleri yapmaya başladık. Selin’i de bulduktan sonra film ete kemiğe büründü benim için.
Filmin finansman sorununu nasıl çözdün?
Maça Film en başından beri bana destek oldu. Onlar hikâyeyi çok beğendiler ve “Tamam, biz bu filmi çekeriz.” dediler. Ne olursa olsun bir filmde en büyük çözülmesi gereken şey finansman sorunu. Her ne kadar sektördeki insanlardan bir sanat filmi için rica ederek yardım istesek de filmin giderleri oluyor. Ben de en azından istediğim kurgucu ile çalışabilmek, filmi festivallere gönderecek bütçeyi oluşturmak için Fongogo’da bir kitlesel fonlama projesi başlatmaya karar verdim.
Bize biraz Fongogo’dan bahseder misin?
Fongogo’nun bana çok büyük faydası oldu. Ben başka projelere destek olan biriydim ama kendi projem söz konusu olunca, proje sahibine çok büyük faydası olduğunu gördüm. Film çekmeden önce veya ne bileyim kitap yazmadan önce, genel olarak sanatta uzun süre kapanırsın, üretirsin ve ondan sonra ortaya çıkarırsın. İşte o insanların gözünün önüne çıkarıncaya kadar geçen süreç çok yalnız ve karşılıksız bir süreç. O sürecin ilk kırıldığı yer benim için Fongogo oldu. Çünkü ilk olarak ufak bir teaser çektik. O teaserla birlikte oyuncuların ve hikâyenin içinde bilgilerinin yer aldığı bir künye hazırlayıp profil sayfası oluşturduk. Bu şekilde projemizi insanlara sunduk. Oradan çok iyi geri bildirimler alınca, ilk moral desteğimizi aldık. Bu filmi yapın, biz bunun arkasındayız dediler bir nevi. O çok kıymetliydi benim için. İşin maddi boyutundan çok başka bir yerde. Dolayısıyla onun sayesinde birçok şeyi kafamda netleştirdim.
Filmin çekimleri bittikten sonra yavaş yavaş post süreci başladı. Ben de Fongogo sayesinde istediğim kurgucu ve müzisyenle çalışabildim. Ayrıca festivallere yönelebildim. Orada da İmaj Film büyük destekçim oldu.
Yalnızca finansman desteği değil, sektördeki insanların da çok desteğini aldın değil mi?
Tabii ki ilk filmin ve bu film de bir kısa film olunca insanlar çok yardım ediyorlar. İnsanların sinema tutkusu ve inanmışlığı olmasaydı bu film olmazdı. Çünkü insanların aldığı ücret bir tarafa, bu filmde çalışmayıp başka bir filmde çalışarak kazanabileceği ücret düşünülünce orada bir fedakârlık söz konusu oluyor.
Kara Kutu hangi festivallerde gösterilecek?
Erivan Festivali, Almanya’da Genç Film Festivali ile Los Angeles ve İtalya’da iki festivalden kabul aldık. Venedik’te short liste kaldık ancak ne yazık ki finale kalamadık. Bu da hiçbir şeyin veremediği bir tekrar film yapma isteği verdi bana.
Bundan sonraki projeler hazır mı?
Bundan sonrası için birkaç tane projem var. Bunlardan biri Anafor, o uzun metraj olacak. İki tane de kısa film projem var.
Artık kısa filmlerin gösterimi de daha özenli. İlk filminiz Bitmiş Aşklar Müzesi ve şimdi de Kara Kutu filminde oldukça etkileyici ve dikkat çeken bir prömiyer yaptınız. Bu durum da sanki uzun metraja verilen değer kadar, bak ben buna da değer veriyorum demek oluyor. Ayrıca Kara Kutu’nun gösteriminden önce mini bir konser de oldu. O ayrıntı çok hoştu mesela. O zaman kısa filmi uzun metraja geçmeden önce basamak olarak görmediğini gösteriyorsun. Ben kısa filme de değer veriyorum ve olması gerektiği gibi sunuyorum diyorsun. Senin orada filmi nasıl sunduğun, çekerkenki özeninin bir göstergesi bence.
Bence bu çok kıymetli bir şey. O film isterse kısa film olsun, isterse müzik klibi olsun orada çok fazla insanın inanmışlığı var. Kısa filmde bir imece usulü, sinema tutkusu üzerine ilerleme durumu var. Bu benim için belki dev bütçeli bir filmden daha önemli. Bu film özelinde konuşursak, ben konservatuvara gittiğimde insanlar bana kapıları açtılar. Dolayısıyla ben oradaki insanlara bu yardımlarının karşılığını geri vermek istedim. Konservatuvardaki öğrenciler İstanbul gibi aşırı kaotik ve Türkiye gibi aşırı yüklü bir coğrafyanın içinde sadece müziği dinlemek, onu duymak, onunla ilerlemek gibi bence ulvi bir yerdeler. Fakat o insanlar çok görünmüyorlar veya onları takip eden kitle çok fazla değil. Bence yeteri kadar yüceltilmiyorlar. Kara Kutu’yu film yapan, konservatuvardaki insanlar ve müzik oldu. O yüzden onları filmden önce sahneye alıp, aynı zamanda film için gelen insanları da filme hazırlamak için o müzisyenlerin dünyasını göstermek istedim.
Peki kariyerinde bağımsız sinema yapan bir yönetmen mi olmayı hedefliyorsun yoksa büyük yapım şirketleriyle de çalışmayı düşünüyor musun?
Öyle net bir ayrıma gidecek bir yerde değilim, daha yolun çok başındayım. Büyük yapım şirketleri iyi filmlere de yatırım yapabilir korkmadan. Asıl o zaman çok daha geniş kitleleri ağızlarında tat bırakarak eğlendirebilirler, eğer eğlendirmekse amaçları. Ama bağımsız yapımın tabii ki başka bir özgürlük alanı var. Onun da çok büyük bir fon derdi var. İki üç yıl hatta daha uzun süren, ön hazırlığı var. Fon bulmak çok kolay değil. Tercihim tabii ki bağımsız yapım olur ama bence mühim olan o filmin istenildiği şekilde yapılması. Gerisinin çok da önemi yok.
Pandemiyi nasıl geçirdin?
Son 2-3 yıldır çok farklı şeyleri takip etmeye başladım. Festival filmlerini takip etmeye ağırlık verdim. Dönem dönem merak duyduğum türler veya yönetmenler olabiliyor. Pandemi döneminde bir yönetmen seçip bütün külliyatını baştan sona izledim. Bunu en son üniversitede yapmıştım. Pandemide Haneke’yi seçtim. Çünkü beni bir süredir çağırıyordu. Haneke’nin çoğu filmini izledim diye düşünürken, ilk iki filmini izlemediğimi fark ettim. Ve en sevdiğim filmleri bu ilk iki filmi oldu. O kadar çarptı ki beni eve kapanmışken, hava da kötüydü, tekrar tekrar bu filmleri izledim. Bu filmlerde şiddete dair neredeyse hiçbir olgu göstermeden, insanın suratına böylesine yumruk atabilmek çok müthiş bir şey. Zaten onu büyük yönetmen yapan da bu. Ben Tarantino’yu da çok beğenirim. O sanatın bir parçası olduğu için kesilen kafadan fışkıran kan beni hiç rahatsız etmez. Ama onu göstermeden onu verebilmenin ağızda bıraktığı ayrı bir lezzet var, iyi bir şarap gibi sonradan da vay be deyip hatırlayıp, hissediyorsun.
Geçen yıl seni en çok etkileyen film hangisiydi?
Portrait of a Lady on Fire (2019) beni çok çarpan bir film oldu. Sinemaya gidip de izlediğim, geçen senenin en çarpıcı filmiydi bence. Her filmi çarpıcı kılan bir şeyi oluyor benim için. O filmde de çok az mekân ve oyuncu var. Fakat öyle bir tutku var ki filmin içinde, tırnaklarını yersin. Hiç inanmadığı bir davayı savunan birini gördüğünde tüylerin diken diken olur ya öyle bir şeydi bu film de.
Parazit’i beğendin mi?
Parazit’i beğendim ama yönetmenin Memories of Murder (2003) çok daha iyi bir filmdi benim için. Ondaki gevrek mizah çok hoşuma gider. Parazit biraz daha Hollywood vari bir filmdi. Filmin birçok noktası çok iyi ancak bazı şeyler çok gözün parmağına gibi geldi. Örneğin zenginin evine giderken yokuş yukarı çıkılması, yoksulunkine giderken yokuş aşağı inilmesi, birinde havanın güneşli, diğerinin yağışlı olması gibi. Bu mesela Uzak Doğu filmlerinin büyülü atmosferinde, dönem filmlerinde verildiği zaman çok kuvvetli olabiliyor. Wong Kar-Wai’nin filmlerinde olduğu gibi müzik altı sanatsal görsel ama o kadar ince ki rahatsız etmiyor. Parazit’te bunun üstüne oynanmış gibi geldi bana.
İnsanlar bitmiş aşklar müzesini ve kara kutuyu mutlaka merak edecekler ve izlemek isteyeceklerdir. Online olarak izlemek mümkün olacak mı?
Bitmiş Aşklar Müzesi geçen yıldan beri Vimeo’dan şifresiz izlenebiliyor. Kara Kutu da festival sürecini tamamladıktan sonra izlenebilecek.
Peki son olarak, hem iç mimarım hem yönetmenim diyorsun. Filmle mimarinin ortak yanı var mı sence?
Filmle mimarinin çok ortak yanı var. İç mimaride proje bazlı bir durum var ortada. Altı ay veya bazan bir yıl boyunca hayatın o proje oluyor. İkisinin de ön hazırlığı ve planlaması çok benzer bir süreç. Film için söylersek, stop dendiği anda dünyanın en değersiz şeyi olabiliyor, İç mimaride o kadar kısa bir süre değil ama yetiştirmek var, karşılığını bulmak var. O yüzden bence çok ortak noktası var. Ayrıca hem mimar olup hem aynı zamanda inanılmaz film setleri ve koreografiyle insanları büyüleyen Jacques Tati gibi muazzam bir örnek de var karşımızda.
Can Deniz, bugün bana zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim. Umarım Kara Kutu’nun festivallerde ödülden ödüle koşacağı çok güzel bir yolculuğu olur.
Ben teşekkür ederim hem sana hem de Fil’m Hafızası’na. İyi dileklerin için ayrıca teşekkür ederim.