Not: (Müziğin filmine müzikle eşlik edelim)
Caddenin başından sonuna kadar bir kalabalık dalgası ileri geri akıyor. Aralarında kaynayan rengin yüzlerce tonu, sokağın dansına ayak uydurmak ister gibi bir eşleşip bir ayrılıyor, aralık kalan kapılardan sızan kokular birbirine karışıyor; bir şeyler koşuyor, bir şeyler tütüyor, bir şeyler gülümsüyor. Evet, yağmur da tenime dokunup beni bu kalabalığın içinde uyandırınca arada bir yerlerde, bir şeylerin gülümsediğini duyuyorum. Ardıma dönüp baktığımda sokağın bir köşesinde kendine ufak bir yer ayırmış, kıvrıldığı yerden kendi dünyasını aydınlatmaya yetecek kadar mutlu bir ışık altında, kalp atışlarımla aynı tempoyu tutturmuş bir müziğin dansını görüyorum.
“You should be stronger than me
You’ve been here seven years longer than me
Don’t you know you supposed to be the man?”
Gözümü kapatıp, müziğin etrafında toplanmaya başlayanlara yaklaşıyorum. Müzik ortada, ateş gibi yanıyor; çevresini saranların yüzlerine dokunuyor, ellerini ısıtıyor ve kocaman, kocaman gülümsüyor. Ben de gülümsüyorum. Ve caddenin ucundan başını uzatıp, Amy gülümsüyor.
“I’ve forgotten all of young love’s joy
Feel like a lady, and you my lady boy”
Tam da böyle bir sokağın sessiz kahramanı Amy, diye geçiriyorum içimden. Her şey karışık, birbiriyle iç içe ve tecrübesizliğin ilk heyecanını taşır gibi utangaç. Fark ediyorum ki bakışlarına da yansıyor bu utangaçlık; daha ziyade, ona özgü cesur bir çekingenlik, meraklı bir cüret. Her şey ona özgü ve onun dilinde yazılmış bu şarkıda. Hiçbir şey rastgele yerleştirilmemiş; her bir sesin, kelimenin ve bakışın hikâyesi var. Böylesi bir hikâyeyi birebir anlamak zor belki ama kapı deliğinden de olsa başımızı uzatıyoruz ilk sahne perdeye düşünce.
Belgesel filmlerin genel özelliği, teknikten çok, konu edinilen kişinin/grubun öne çıkması ve dolayısıyla tekniğin biraz daha geri planda kalmasıdır. O nedenle belgesel filmlere teknik eleştiriler getirirken bu durumu da göz önünde bulundurmak gerekir. Amy (2015) müzikle başlayan, müzikle akan ve yine müzikle noktalanan, bir nevi güçlü solo performansıyla başlı başına bir Amy Winehouse müzikali. Filmde dış sesi; Amy’nin çocukluk arkadaşı Juliette Ashby, çalışma arkadaşları Salaam Remi, Yasiin Bey, Tyler James, babası Mitch Winehouse ve çevresinde bulunan diğer yakınları oluşturuyor. Ancak bir belgeselin en gerçekçi ve etkileyici yönü elbette anlatılan yaşantıyı/hikâyeyi, kişilerin bizzat kendisinden dinlemek; yani bu yirmi yedi yılın derin izlerini Amy’nin sesinden duyumsamak. Nitekim fotoğraf ve video görüntülerinde bakışlarına yansıyan o gizemli ve isimsiz duygu, sesinin doğallığıyla bir araya gelince Amy’nin iç dünyasına, kırgınlıklarına, öfkelerine, umutlarına ve hayallerine çok daha yakından bakabilme ve tüm bunları onunla paylaşabilme fırsatı buluyoruz. Amy’nin yükü çok ağır; hem psikolojik ve fiziksel açıdan hem de kariyeri açısından gencecik bedeninde belki ancak on yılların kaldırabileceği bir yorgunluğu taşıyor. Ama yaptığı işten ve müzikten aldığı keyifle, her yeni sabaha “günaydın” deme gücü veriyor ona. Bunu, müziğini icra ederken hayatındaki bütün rolleri bir kenara bırakıp yalnızca caz, ritim, ses, güfte; kısaca tüm saflığıyla yalnızca Amy Winehouse olduğu sahnelerde görüyoruz.
Şöhret kapısını genç yaşta tıklatan ve kapının ardındaki basamakları koşar adım tırmanan hemen her sanatçı gibi hayat, ona güneşli günler sunmuyor. Bu nedenle fiziksel sağlığına zarar verdiği kadar ruh sağlığını da ciddi anlamda sarsan travmalarla çok erken yaşta mücadele etmekzorunda kalıyor. Bu noktada bazı ayrıntılar, karşımızda nasıl biri olduğunu anlamamız ve bir temel üzerine bu kişiliği zihnimizde inşa etmemiz açısından önemli. Amy henüz dokuz yaşındayken babası bir gün evden ayrılıyor ve Amy yalnızca bir babayı değil, aynı zamanda küçükken ona söylediği Frank Sinatra parçalarıyla, içinde cazın ilk kıvılcımlarını oluşturan ilhamı da kaybediyor.
Bundan sonraki yaşantısı, edebiyat dünyasında benzer bir karşılığını bulabileceğimiz Sylvia Plath’in yaşantısından izler taşıyor. Baba figürünün eksikliğiyle hissettiği kırgınlıkları, kimi zaman savurduğu hırçın öfkeleri, büyük hayal kırıklıklarını kendine gözyaşı bellediği kelimelere dürüp mısra mısra ağlayan Plath gibi Amy de sesiyle ağlıyor; müziğiyle ve mizacına en çok yakıştırdığı üslup olan cazla. Plath, babasına “I never could talk to you/ The tongue stuck in my jaw” diye seslenirken, Amy’nin “What Is About Men” parçası buna bir yankıdır belki de. Ve belki yıllar sonra gerek babasına yeniden sımsıkı tutunmaya çalışması, gerekse daha sonra ayrıldığı eşi Blake Fielder’a duyduğu tutkulu aşk, bunun bir başka göstergesidir.
Film boyunca dikkatimi en çok çeken şey, Amy’nin mizacının da kurguya çok güzel yansıması ve dolayısıyla güneş görmeyen günlerle geçen bir ömürde Amy’nin başlı başına bir güneş olması. Caz, ona belki en fazla bu yüzden yakışıyor. İnsanlar onun doğallığı, kendine özgü rahatlığı, cüretkarlığının yanında çocuksu saflığı karşısında rahatlayıveriyor. Evet, karşılarında alışık olmadıkları –hatta belki yaşantısı nedeniyle kimi noktalarda çatıştıkları- bir karakter var her bakımdan; fakat Amy, kocaman gülümsemesinde tüm gerginlikleri bir anda eritiyor ve ona gülümseyerek karşılık vermeden duramıyorsunuz. Ve hayatın karşısında güçlü, başı dik durmaya çalışan Amy’e eşlik ediyorsunuz:
“They tried to make me go to rehab
I said, ‘no, no, no’ ”
Yirmi yedi yıl, nihayetinde iki saat yedi dakika. Bir ömrün karşısına geçip ilk nefesten son nefesine dek bir efsaneyi kamerasına sığdırmaya çalışıyor Asif Kapadia. Ama şimdi caddenin başından sonuna kadar herkesi kucaklamış olduğuna göre müzik, belli; hiçbir yere sığmayacak Amy.