“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.”
Hayatının her anını ciddiyetle yaşamış ve hapiste de yatsa, sürgünde de olsa ömrünü davasına adamış bir ozanın, Nazım Hikmet’in kanımıza işlemiş o büyülü sözleri bunlar. Peki, size bu dizeleri neden hatırlatıyorum? Çünkü bu yazıya konu edeceğim filmin bitiş jeneriği akarken, aklıma gelen ilk cümleler bunlar oldu. Hakkında ne düşünürseniz düşünün, hayatı son derece ciddiye almış ve –kimine göre doğru, kimine göre yanlış bir yöntemle- gördüğü haksızlıklara karşı harekete geçmiş bir insan hakkında oluşturulmuş bir belgesel Citizenfour (2014).
Bundan iki yıl kadar önce Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Ajansı’nda (NSA) bir analist olarak çalışan Edward Snowden, kendi hayatını da tehlikeye atarak devletin kendi vatandaşlarının telefon konuşmalarını ve internet haberleşmelerini nasıl izlediğini, bu bilgileri nasıl depoladığını ifşa etmişti. Ardından da ailesini ve kız arkadaşını geride bırakarak Hong Kong’a kaçmıştı. Filmin yönetmeni ve gazeteci Laura Poitras, Edward Snowden’ın kendisiyle nasıl iletişime geçtiğini anlatan bir giriş sekansı ile başlatıyor filmini. Hong Kong’ta kendi seçtiği belli gazetecilerle bir araya gelmek istiyor Snowden ve onlarla iletişim kurarken, hem kendisi hem de onlar için her türlü güvenlik önlemini de alıyor önceden. Şifreli elektronik postalar ve takma isimler daha en başından bizi o gerilimli havaya sokmayı çok iyi başarıyor. Buluşmanın gerçekleştiği andan itibaren yönetmenin kamerası neredeyse sürekli Snowden’ın üzerinde kalıyor. Ortada politik bir arka plan olmasının yanı sıra Laura Poitras’ın bu filme âdeta bir karakter incelemesi gibi yaklaştığını anlıyoruz. Daha önce yaşanan Wikileaks fenomeni, onun kurucusu Julian Assange’ın “umursamaz” karakteri ve elindeki belgeleri yayımlarken izlediği “özensiz” yöntem herkes tarafından çok tartışılmıştı, Snowden’ın bu konudaki hassasiyeti ise belgesel boyunca defalarca vurgulanıyor. Bu nedenle de film, bizi iki karakter arasında bir karşılaştırma yapmaya itiyor sanki.
Az önce de sözünü ettiğim gibi bu belgesel bize iki farklı bakış açısı sunuyor: Biri devletle vatandaşının kişisel haklar ve özel yaşamın gizliliği üzerinden kurduğu ilişki ile bu ilişkinin günümüzde ulaştığı çarpık ve dengesiz konuma dair. İkincisi ise Edward Snowden’ın bir “muhbir” olarak değil ama bir insan olarak seyircilerin huzuruna çıkarılışı. Film boyunca bir yandan içinde yaşadığımız bu dijital panoptikonik dünyanın korkunç gerçeklerini öğrenip şok üstüne şok yaşarken bir yandan da bu bilgilere vâkıf, kendine güveni tam, korkusuz ama bir yandan da alçak gönüllülüğüyle “bizden biri” tablosu çizen Snowden’ın içine düştüğü duruma hayret ediyoruz.
Laura Poitras bu filmde karşımıza âdeta bir ‘Cinéma Vérité’ örneği çıkartıyor. Seyirciler olarak perdede gördüğümüz gazeteciler ve Snowden ile birlikte tartışmanın içine en az onlar kadar biz de girmek istiyoruz sanki. Yönetmen de kendi fiziksel varlığını meseleden tamamen yalıtmıyor, konusuna bakış açısı bir yana, her ne kadar kendisi bizzat kameranın önüne geçmese de meseleye kendi sesiyle dâhil olmaktan da kaçınmıyor.
Peki, belgeseli seyrederken hepimizin aklını kurcalayan o kilit soru… Devlet sırlarını, içinde yaşadığı toplumu da düşünerek ifşa eden Snowden bir vatan haini mi yoksa bir kahraman mı? Bu filmi dikkatle izleyin ve hayatın asla bize yansıtıldığı gibi siyah beyaz bir dünyadan ibaret olmadığını, grinin tonlarından oluştuğunu ve aslında bu hayatta hiçbir şeyin basit bir cevabının bulunmadığını da aklınızın bir kenarında tutarak, isterseniz bu soruya siz cevap vermeye çalışın.