Azerbaycan’ın dağlıkları zordur. Kupkuru toprağın bağrı, her tohumu kabul etmez; tutunması zordur. Soğuk, burada daha ıssız; sessizliğin yankıları daha uzun solukludur. Tıpkı bir taş gibi göğsünü gerer hayata Azerbaycan dağlıkları. Adım başı bir silah sesi karışır sonbaharda düşen yaprak seslerine, işitmesi zordur. Toprağın soğuktan çatlayan dudaklarını sıcak bir kan ıslatır, bir evin soluk ışığı daha tükenmeye doğru uzanır. Birer birer düşer cennet elmaları dallardan. O dallara inatla tutunan, unutulmuş pencerelerin ışığını görmesi zordur.
İnsanın olduğu her bacadan bir hikâye tüter. Bir tek insanın nefes alması, hikâyenin sürmesi için yeterlidir. Nabat (2014) da Dağlık Karabağ’ın küçük bir köyünde çocuğunu, eşini, insanlarını, her şeyini yitiren ve yine de her yeni doğan güneşi karşılayan, nefes almayı sürdüren Nabat’ın hikâyesini anlatıyor. Gerek oyuncuların doğallığı, gerekse mekânın el değmemişliği ve tabir yerindeyse doğaçlama akışıyla kurguya bir belgesel tadı dokunduran film, bu yıl Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’ne konuk oldu. Biz de gösterim sonrasında filmin yönetmeni Elchin Musaoglu ile bir söyleşi gerçekleştirip beyaz perdeye yansıyanlar kadar biraz da perdenin arkasını konuştuk.
“Nabat” fikri nasıl ortaya çıktı? Filmde neleri göstermek istediniz? Bize süreci biraz anlatır mısınız?
Bu film, aslında epeydir aklımda olan ve uzun bir süreçte gelişen bir hikâyedir. Benim topraklarıma ve gerçeklerime dayanır. Ben de “ana” vasıtasıyla savaşı anlatmaya çalıştım. Ancak istedim ki film boyunca adam öldürmek, savaş unsurları ekranda görünmesin, ama her zaman bir yerde bulunsun ki etkilerini hissettirsin. Film diliyle yapmaya çalıştığımız, aslında buydu. Filmin ilk gösterimi, 71. Venedik Film Festivali’nde gerçekleşti. Ardından otuzdan fazla festivalde gösterildi ve pek çok ödüle aday oldu.
Nabat’ta, filmin Azerbaycan’da geçtiğine dair fazla sembol ve işaret kullanmıyorsunuz. Bu nedenle evrensel bir sembolizminiz var. Savaşın nerede geçtiğini bilmesek, sizi bilmesek Azerbaycan’da savaşın olduğunu anlamayacağız. Böyle evrensel bir dile sizi iten şey neydi?
-Aslında dikkat ederseniz filmde geçen köyün adı Azericeydi. Bunun dışında evet başka bir sembol yoktu. Çünkü savaş her yerde, ölüm her yerde. Ama Sovyet Dönemi’nde bunu dile getirmek, yaygın bir şey değildi. Çünkü savaş ölüm demektir, ölümle eşdeğerdir. Peki, ne için ana? Aslında filmdeki ana karakter bir annedir ve “nabat” sözcüğü, Arapça tercümesinde ilk anlamıyla “hayat” demektir; bununla birlikte bize hayat veren analarımızı anlatır. Baktığımızda tüm dünyada, savaşta da en çok azap çeken analarımızdır aslında. O nedenle ben de bu filmi analara adadım.
Filmde ses ve ışık unsurları çok dikkatli şekilde kullanılmıştı. Bunlar neyi temsil ediyordu? Neden ışığa ve sese bu kadar şiddetli bir vurgu vardı?
-Evet, bu unsurlara dikkat etmek filmin atmosferi için çok önemli. Ben aslında sükûtun sesini yansıtmak istedim filmde; sessizliğin sesini anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla film, insanın yüreğine dokunmalı. İzlendiğinde insanın kalbine işlemeli.
Filmde filtre kullandınız mı yoksa tüm sahneler doğal renkleriyle mi çekilmişti?
-Bütün sahneler doğaldı, filtre kullanmadık.
Biraz da filmdeki mekândan bahseder misiniz peki?
-Film Azerbaycan’ın İsmailli bölgesinde çekildi. Doğal gaz yok, ışık yok; insanlar göçmüştü. Yalnızca on beş aile yaşıyordu köyde. Mekân aslında film yazılmadan önce her şeyiyle vardı; yani biz filmi, mekânı henüz görmeden önce yazmıştık. Hatta senaryoda yer alan bir ara yol bile gidip baktığımızda aynen orada bulunuyordu. Buna da kader diyoruz artık. Sen bir işi kurar, düşünürsün ama seni nasıl bir sonucun beklediğini bilemezsin.
Peki, çekim sürecinde istediğiniz gibi gerçekleşti mi her şey?
-Buna evet dersem, inanmayın. (Gülüşmeler) Tabii her şey istediğim gibi olmadı ama en azından işlerin yolunda gitmesi için elimizden geleni yaptık, hayal ettiğimiz şeye yaklaştık.
Biraz da özel olarak “Nabat” karakteri üzerinde duracak olursak, evladını kaybeden bir anneden feryat etmesini, çığlık atmasını ya da çırpınmasını bekleriz. Fakat Nabat’ta bu tepkilerin hiçbiri yoktu. Nabat, neden her şeyi sükûnetle karşılıyordu?
– Bizim, karakteri bu şekilde kullanmamızın amacı, karakterde gerçekleşmesini beklediği tepkileri ve hisleri bizzat seyirciye yaşatmaktı. Oyuncuya da bunu tembih ettik, sen öyle bir oyna ki senin yaşadıklarını seyirci hissetsin. Siz neler hissettiniz mesela?
Ben izlerken Nabat yerine kendim ağladım, içten içe çığlık attım ve durmadan Nabat’a sordum, “Neden susuyorsun Nabat, sen neden bağırmıyorsun?”
-İşte bizim yapmaya çalıştığımız tam da buydu, her şeyi sizlere hissettirmek ve yaşatmak. Dikkat ederseniz dağda yaşayan kadınların ruhu ve duyguları taş gibidir. Oğlu öldükten sonra da oradaki ana artık taşa dönmüştür, artık onun için her şey ölmüştür.
Film boyunca Nabat’ın yüzünde herhangi bir umut ifadesi de yoktu. Buna rağmen Nabat, hayatta kalmayı sürdürüyordu. Etrafındaki her şey, herkes onu terk etmiş olduğu hâlde Nabat neden yaşamak için bir savaş veriyordu?
-Anaların hayatta en çok değer verdiği, onları hayata bağlayan şeyler yavrularıdır. Yavrularını kaybettikten sonra artık bağlanacakları bir şey kalmamıştır. Türkiye’yi bilmem ama Azerbaycan’da böyledir. Anaları hayata bağlayacak bir şey varsa o da evladıdır. Ana, onun büyüyüşünü görmek ister; soyunu, ondan sonraki gelen nesli, torunlarını görmek ister. Savaş dediğimiz şeyse bütün bunları ananın elinden almış. Bizde bir deyim vardır: “Eğer evde ışık yoksa o ev ölür.” Bizim filmimizde Nabat’ı yaşama bağlayan bir şey varsa o da köydür, fakat onun da ışığı yoktur, yani hayat yoktur. O nedenle köydeki ışığı yanık tuttukça Nabat da hayata tutunacaktır. Ancak sonunda tüm ışıklar söndüğünde Nabat’ı artık hayata bağlayacak bir şey kalmaz.
Film hakkında aldığınız eleştiriler hakkında neler düşünüyorsunuz peki?
-Ben açıkçası övgülere pek önem vermem. Benim için önemli olan, bizim ne istediğimiz ve sonucunda ne elde etmiş olduğumuz. Ama bir Alman gazeteci vardı dikkatimi çeken, şöyle yazmış: “İlk on beş dakikadan sonra kalbimin ritmi değişti.” Film hakkında en çok hoşuma giden yazı bu oldu. Pek çok şey yazıldı, söylendi tabii ama esas istediğimiz şey, insanların gelip izlemesi ve hiçbir şey yokmuş gibi kalkıp gitmesi değildi; biz, insanların içinde bir şeyler değiştirmek, onlara bir şeyler hissettirmek istedik.
Orta Asya ülkelerine baktığımızda insanlar arasında büyük ölçüde nefret duygusunun hâkim olduğunu görüyoruz. Bunda etkisi olan Karabağ Savaşı da çok acı bir savaştır, 1992-95 yılları arasında pek çok kişi hayatını kaybetmiştir. Fakat böylesine yoğun bir nefretin ve düşmanlığın olduğu topraklarda filminiz, nefreti neredeyse hiç barındırmıyor. Nefreti göstermeden savaşı anlatmanız çok güzel.
-Bu film, bir aşk filmidir aynı zamanda. Düşmanlık değil; anlatmak istediğimiz aşktır. Karabağ Savaşı ve çeşitli propagandalar sonrası bizde her yıl çok sayıda savaş filmi çekildi. Ancak söz konusu insan olunca siyasetin, savaşın yeri var mı? Önemli olan bunlara rağmen aşkı, sevgiyi anlatabilmek ve hissedebilmek.
Çok teşekkürler, yüreğinize sağlık.