İnsanlığın duymaktan, üzerine düşünmekten kendini uzak tutmaya çalıştığı, ama hayatın en derininde bulunan bir gerçek olan ölüm, felsefenin ve dinin üzerine en çok tartıştığı konulardan biri olmuştur. Bıraktığı derin duygularla insanların hayatının büyük bir bölümünü kaplamasına paralel olarak birçok sanatsal eserin ana teması olmuştur. Bu denli keskin bir konuyu sinema gibi hem görsel hem duyusal alana etki eden bir sanat dalıyla işlemek ise, izleyicisini trajik bir buhrana sürükleyebileceği fikrini akıllara getirir. Fakat belgesel yapımcısı Kirsten Johnson’ın yenilikçi perspektifiyle ortaya çıkan Dick Johnson Is Dead (2020), ölümü trajediyle eşleştiren tüm kalıpları yıkarak son derece dramatik temayı neşeli bir şekilde aktarmayı başarır. Sinemanın ölümle hem yüzleşme hem de onu inkâr etme kapasitesi, filmin ana konusunu oluşturur. Kirsten Johnson, “Hayatımızın mirası veya anlamı nedir? Nasıl hatırlanacağız? Bizi kimler hatırlayacak?” gibi herkesin derinden boğuştuğu sorulara cevap vermek ve babasını bir anlamda sonsuza dek yaşatmak için onu kayda almaya başlar.
Dick Johnson, eğlenceli bir psikaytr, neşeli bir baba ve torunlarıyla oynamayı seven bir dededir. Zamanın acımasızlığı, onun da sağlığını vurmuştur. Danışanlarına aynı saate randevu vermeye başlar, hatalı reçeteler yazdığı fark edilir, evin yolunu unutup kaybolmaya başlar. Bu yaşananlar Kirsten’a yıllar önce kaybettiği, alzheimer hastası annesini hatırlatır. Annesini kaybettikten sonra oluşan “keşke” ‘ler, Kirsten’ı babası için harekete geçirir. Onunla daha fazla vakit geçirmek isteyen Kirsten, babasının New York’a taşınmasına önayak olur ve onu bir yandan filme almaya başlarken aslında tüm eylemlerinin de sorumluluğunu üstlenmiştir. Çünkü artık Dick Johnson’ın hafızası, kendi kendine yetemeyecek kadar körelmiş ve etrafında olan bitenlere dair bilincini kaybetmeye başlamıştır. Seksen beş yaşındaki babasının artan kırılganlığıyla karşı karşıya kalan ve ölümünden korkan belgeselci Kirsten Johnson, babasının hayatının sonuna yaklaştığı gerçeğiyle yüzleşir ve bu duygularını mesleki bir terapi gibi işlediği bu filmi ortaya çıkarır.
Babasının son dönemlerini belgelemeye kararlı olan Kirsten Johnson, Dick’i anbean kaydederken kurgusal senaryolarla onun ölümünü simgeleyen anları adeta simüle eder. Düşen bir klimanın kafasına çarpmasından bir inşaat işçisi tarafından kazara bıçaklanmasına kadar uzanan çılgınca sahnelerin yanı sıra; kendisinin ve eşinin genç yüzlerinden karton kesikli dansçılar ile dolu ışıltılı bir cennette eğlenirken ortaya çıkan sekanslarla, ölümün öncesi ve sonrası sinematik bir evrende eğlenceli biçimde temsil edilir. Ölümün zamansızlığı, onun bıraktığı kederle neşeli bir yüzleşmeye dönüştürülerek aktarılır. Kirsten’in bu fikri, birlikte geçirebilecekleri kısıtlı zamanlarda babasıyla iletişim kurmasının bir yolu olarak ortaya çıkarken, aynı zamanda da sinemanın zaman ve kaderle mücadele etme kapasitesini sergiler. Yaşlanma ve hayatta kalma, kırılganlık ve güç destanının odak noktası olan Dick Johnson, anı yaşamaya inanan hayat dolu tavrını, anlatı ilerlerken yavaş yavaş farkındalığın acıklı tonuna bırakır. Kızının ona kendi sahte cenazesini izletmesine rağmen yaşananların tam olarak farkına varamamasının yarattığı hüzün, buruk bir atmosferlerle bütünleştirilerek izleyiciye hissettirilir.
2016 yılında vizyona çıkan Cameraperson (2016) ile ses getiren yönetmen, bu yapımında klasik belgesel tarzına kattığı yenilikçi dokunuşlarla da dikkat çeker. Cesurca bir konu seçimi, farklı bir anlatı ile bütünleştirilerek son derece ince bir çizgi üzerinde dengesini hiç kaybetmeden ilerler. Belgeselin genel örgüsü dışında, film yapım süreci ve hikâyesi de doğrudan sergilenerek anlatı izleyici için daha gerçek ve doğal kılınır. İzleyici sadece planlanan veya prova edilen “ölümler” görmekten ziyade; baba ve kızı filme almanın, bu insanlar için filme çekilmenin ne anlama geldiğiyle ilgili sohbetlerine de şahitlik eder. Kimi zaman ilgisiz görüntüler üzerine film müziği ve seslendirmeler ortaya çıkarken kimi zaman ansızın yere düşen kameranın perspektifinden sadece diyaloglara kulak verebildiğimiz sekanslar yer alır. Tüm bu dokunuşlar, aslında çekimlerdeki katıksızlığın altını çizerken, izleyicinin anlatıyı daha çok hissetmesini ve kabullenebilmesini sağlar. Yönetmen ve babası arasındaki sıcak diyaloglara bolca yer verilen, samimi ve kolay akan ilişkileri, bu sayede izleyenleri daha da içine çeker ve bu da belgeselin temel güçlü yanlarından birini oluşturur. Ancak genellikle kamera arkasında yönetmenin babası ile birlikte değişimlerini izlemek ne kadar zevkli olsa da, Dick’in sadece kötüye gideceğini bildiğimiz için inkâr edilemez bir dokunaklılık da seyircinin hissiyatına işlenir.
Bir yönetmenin babasının ölümüyle uzlaşmasına sevimli bir porte açan Dick Johnson Is Dead, zekice kurgulanmış anlatısı ve özgünlüğüyle 2020 yılının en dikkat çeken yapımlarından biri olmuştur. Kurgusal ölüm sahneleri, uzun yılların yaşanmışlığıyla edinilen alışkanlıkları terk ederek başka bir şehre yerleşme gibi keskin geçişleri başarıyla işlerken; üst kurgusal dokunuşlarla birlikte kurgusal olmayanın sınırlarını da incelikle araştırır. Sahip olduğu değerlere sıkı sıkıya tutunan insanlığın, onları kaybedeceğini de kabullenmek zorunda olduğu trajik dünyaya keskin vurgular yapar. “Ölüm” olgusu başrolde olsa da film, acıklı duyguları yaşatmaktan ziyade kabullenişin gülümsetici ferahlığını hissetmek için izleyiciye daha fazla fırsat verir.