Dikkat! Bu yazı filme dair spoiler içerir.
Psikolojik gerilim türünde ve bir derdi (veya mesajı) olan filmleri bir arada görmek oldukça nadirdir. Yakın dönemden örnek verecek olursak, Ruben Östlund’un Triangle of Sadness ’i (2023), politik mesajı kuvvetli olsa da bunu absürt komedi yoluyla aktarmıştır. Öte yandan, psikolojik gerilimin izleyiciye tesirinde çığır açan Gaspar Noé’nin Irreversible’i (2002) gibi filmleri düşündüğümüzde ise, odağın mesajdan çok gerilim duygusunun izleyici tarafına aktarımı olduğunu görüyoruz. Bu iki genel kategoriden birine dahil olacağını düşündüğümüz Speak No Evil’da (2022) ise, kanayan bir yaraya ufak ufak tuz serpiştiren, sessiz, olağan dışı bir çığlık söz konusu.
Toskana’ya tatile giden Danimarkalı çift Bjørn ve Louise ile kızları Agnes, küçük oğulları Abel doğuştan (?) dilsiz olan Hollandalı çift Patrick ve Karin ile tanışırlar. Bu iki aile, tatilde birbirleriyle iyi vakit geçirirler ve sanki o kadar insan arasında birbirlerini bulmuş gibidirler. Tatil dönüşünden birkaç hafta sonra Bjørn ve Louise, Hollandalı çiftten, kırsaldaki evlerini hafta sonluğuna ziyaret etmeleri için bir davet alırlar. İkili, pek de tanımadıkları ama ilk izlenimlerinin olumlu olduğu bu insanlara hayır demenin kabalık olacağı kanaatine varır. Neticede en kötü (!) ne olabilir ki.
Bir psikolojik gerilim filminden bekleyeceğimiz üzere, tatil beklenildiği gibi gitmez ve ana karakterlerimiz Danimarkalı çift, Hollandalı çiftin eli ile filmin sonunda birbirlerine çırılçıplak sarılmış iki cesede dönüşürler. Ancak Speak No Evil’i enteresan kılan, filmin gerçek kötülerinin ölümden sorumlu Hollandalı çiftin olmayışıdır. Gerçek kötü, onlara bütün yetkiyi veren ve gördükleri ve yaşadıkları karşısında sessiz kalmayı seçen Danimarkalı çifttir. Hollandalı çift tabii ki kötüdür, ancak onların kötülüğüne alkış tutanlar ise dilsiz şeytanın ta kendisidir.
Filmin ana eleştirisi, politik doğruculuğun bir ideoloji ve hayat biçimi olarak Danimarka orta sınıfını ele geçirmesi ve insanlara nerede nasıl davranıp ne yiyip ne içeceğini dikte ediyor oluşudur. Danimarkalı çift, hayatta herhangi bir değer yargısı olmayan, kimseyle tartışmaya girmeyen ve çocukları ağlamasın diye onlar ne isterse yapan bir modern aile timsalidir. Ve tabii ki, benimsedikleri bu pasifist davranış biçiminin toplumun kalanı tarafından da onaylanıp tebrik edilmesini arzulamaktadırlar. Bjørn, kızının kaybolan tavşan oyuncağını bulmak için bütün bir Toskana’yı dolaşır. Geri geldiğinde ise, Patrick tarafından ne kadar kahramanca bir davranış sergilediğine dair tebrik edilir. Aynı şekilde, vejetaryen olduğunu söyleyen -balık yiyen- Louise, doğa için ne kadar harika bir şey yaptığına dair Patrick tarafından tebrik edilir. Patrick’in yalan söylediği aşikârdır, yalnızca avının zayıf noktasından vurarak onu savunmasız hâle getirmektedir. Başarılı da olur, zira Danimarkalı çift onları Hollanda’daki dağ evlerinde ziyaret etmeyi eninde sonunda kabul ederler.
Film, Danimarkalı çiftin bu dağ evinde kaldığı süre boyunca, bir seri olaylar üzerinden politik doğruculuğu ve onun getirdiği müsamaha ve görmezden gelme hâlini gizliden gizliye topa tutar. ‘İyi çift’, nezaket veya kibarlığı akıl ve ahlakın önünde tercih etmenin bedelini en sonunda canlarıyla ve çocuklarıyla öder. Ancak ‘kötü çiftin’ eline ipleri veren de onlardır. Yönetmen Christian Tafdrup, bu eleştiriyi filmin tamamına serpiştirdiği hikâyedeki dönüm noktası anlar üzerinden kurgular.
Patrick bir yaban domuzu pişirir ve Louise’in vejetaryen olduğunu bilmesine rağmen ona tatması konusunda ısrar eder. Bjørn ile Louise, Patrick’in bunu unutmuş olabileceğini düşünürler ve tabii ki (!) kötü bir niyet aramazlar. Louise’in kusursuz nezaketi o kadar saçma bir noktaya gelir ki, Bjørn’un de tatması konusundaki ısrarı sonucunda eti denemeye zorlanır. Çünkü hayır demek, eti pişirmeye harcanan onca emeğe ayıp olacaktır.
Louise tek başına banyoda duş alırken, Patrick onun yanına rahatsız edici bir şekilde girer, duşa kabinden içeri bakar, sesli bir şekilde tuvaletini yapıp dişlerini fırçalar ve çıkar. Louise’in rahatsızlığı her hâlinden bellidir, ama sesini çıkartmaz. Sonuçta ev, Patrick’in evidir.
Bjørn ve Louise, akşam yemeği için yakınlardaki bir restorana gitmek üzereyken, onlardan habersiz çocuklara göz kulak olmak için gelen Mujaheed adlı adam karşısında ona çocuklarını emanet etmek istemediklerini söyleyemezler. Çünkü eğer söylerlerse, Mujaheed’e Arap olduğu için güvenmedikleri bir ırkçı yaftasına maruz kalabilirler. Mujaheed’in ne idüğü belirsiz bir yabancı olması nasılsa yeterli bir sebep değildir…
Louise ve Bjørn odalarında sevişirken, korktuğu için onların yanına gelmek isteyen kızları Agnes’i kısa bir süreliğine duymazdan gelirler. Patrick ve Karin ise, Agnes’i kendi yataklarına alırlar ve Patrick onun yanında sırtı dönük çırılçıplak bir şekilde uyur. Louise, gecenin ortasında bu durumu fark eder, kızını sessizce onların yatağından alıp kendi odalarına götürür ve Bjørn’e oradan gitmek istediğini söyler. Tabii ki hemen oracıkta Patrick ve Karin’i kıymetli uykularından uyandırıp kıyameti koparmaz. Ha şa, bu Louise gibi erdemli bir kadının yapacağı bir davranış asla değildir!
Bu olaylar zinciri sonucunda evden ayrılan çift, kızlarının oyuncak tavşanını evde unutması sebebiyle kendi rızalarıyla tekrar geri dönerler. Sebebi ise, kızlarının arabada (dürüst olmak gerekirse herhangi bir çocuk ağlamasından çok daha hafif bir düzeyde) ağlaması ve Bjørn ve Louise’in bir çocukla baş edemeyecek kadar ebeveyn vasıflarından yoksun oluşudur. Hayatlarının tehlikeye atıldığının farkındadırlar, ama bir kız çocuğunu başka bir oyuncak ya da basit bir ‘ne hâlin varsa gör’ ile dahi ikna edemezler.
Düğüm çözüldüğünde ise Danimarkalı çift farkına varır ki Hollandalı çift, kendileri gibi iyi niyetli aileleri katledip, onların küçük çocuklarına sahip olmaktadırlar. Çocuklar kendilerini anlatamasın diye de dillerini kesmektedirler. Ancak bu durumu fark edip, çocuklarının dili bir kâğıt makası ile gözlerinin önünde kesildiğinde dahi, içlerine içlerine ağlamaktan fazla bir şey yap(a)mazlar. Bu noktada anlarız ki, insanoğlu çağın ona dikte ettiği duygu çerçevesine öyle teslim olmuş, öyle bencilleşmiştir ki; canını ortaya koyup çocuğunu ne pahasına olursa olsun koruması gereken bir anda dahi paralize olmuş bir şekilde kalakalır. Akabinde Danimarkalı çift birer kurbanlık koyun gibi yokluğun ortasındaki bir çukura inerler ve Hollandalı çift tarafından taşlanarak öldürülürler. Burada, İslam’ın Hac ibadetindeki ‘şeytan taşlama’ eylemine de bir gönderme vardır. Yönetmen, kimin gerçek şeytan olduğu konusundaki tercihini burada açık eder.
Danimarkalı çift kaçmaya bile kalkışmaz. Can havliyle koşsalar belki de kurtulacaklardır. En basit hayatta kalma reflekslerini göstermekten acizdirler. Modern insanın toplumla ve kötülükle hesaplaşması, çiftin ölmeden önceki son diyaloğunda bir özet niteliğinde aktarılır:
– Neden bunu yapıyorsunuz?
– Çünkü bana izin verdiniz.