Bahar bir uyanış ve bir yenilenme mevsimidir. Doğanın döngüsünün tüm canlılığıyla sürdüğü, ağaçların yeşillendiği, güneşin yüzünü daha çok göstermeye başladığı ve insan ruhunun bu değişime tüm varlığıyla ayak uydurduğu bir başlangıçtır. Yazın habercisi, yeniden doğuşun simgesidir. Toprağın bereketini artıran, insan benliğini doğanın türlü renkten çiçekleriyle donatan, tabiatın derin uykusundan uyanışını öncüleyen ilkbaharın beyaz perdedeki yansımalarını sizler için derledik, keyifli okumalar!
İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar (Yön. Kim Ki-duk, 2003)
Tabiatını, mizacını, huyunu, bizzat toprağından mayalandığı doğadan alan insan; nitekim güneşin ayla bölüştüğü vakti, yerde kuruyup tekrar gökyüzüne yükselen yağmurun yolculuğunu, bir tırtılken kozasında dünyanın her rengine boyanan kelebeğin öyküsünü, yani doğa döngüsünü paylaşır. Bu yüzdendir her baharda ağaçları süsleyen taze renklerin, içimizin derinliklerine canlılık kıvılcımları saçması. Ve bu yüzdendir her baharın, bir doğum sancısıyla gelmesi.
Koreli yönetmen Kim Ki-duk, felsefesini toprağa yatırarak çıkan her filizi ayrı bir mevsimde anlatır. Zira tıpkı güneşin konumuna göre gün içinde gökyüzü ve havanın farklı mizaçlara bürünmesi gibi tabiat döngüsü de doğum, yaşam, olgunlaşma ve ölümü canlandırmak üzere kurulmuştur. Ancak Ki-duk, ilkbaharla başlayan bu döngüye nokta koymak istemez; içindeki isimler, ırklar, renkler değişse de tüm öykülerin aynı çatı altında hayat bulup ömürlerini geçirdiklerini göstermek için döngüye bir zaman parçası daha ekleyerek ebediyeti, eserinin başlığına da taşır: İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar.
Böylelikle beş bölümden oluşan filmin başlangıcı, doğanın da yeniden doğup canlandığı ilkbahar olur. İnsanla doğa arasındaki yansıma, bir keşişle küçük çocuğun, etrafı dağlarla çevrili göl ortasındaki inziva hayatında anlatılır. Mekânın kurgusu, bahar-doğum ilişkisini de vurgulayacak şekilde bir rahme benzetilmiştir: ıslak, kapalı, doğurgan. İnsanın başlangıçtan itibaren özü, mayası ve gelecekteki mizacı, ilk şeklini burada almaya başlar. Nitekim küçük çocuk, iyilik ve kötülük, karanlık ve aydınlık, vicdan ve zulüm gibi erdemsel ikiliklerle burada ve bahar mevsiminde tanışır. Ne var ki tabiata karşı engel olamadığı hâkimiyet ve kontrol dürtüsü, yaklaşan mevsimin alevli mizacını yansıtmaktadır. Baharın yumuşak, ılımlı temsilinin ardından yazla pekiştirilen canlılık, üreme, bereket kavramları, burada Ki-duk’un ikilikler üzerine kurulu felsefesiyle birlikte birer cennet- cehennem yansıması olarak da okunabilir. Zira baharda adeta cennete dönen topraklarda bir balıkla kurbağaya işkence yaparak kurbağanın ölümüne sebep olan çocuk, vicdanına hiç geçmeyecek olan kara bir leke çalarak cennet toprağından kovulur ve yaz mevsimiyle birlikte şehvetle, ihtirasla, isyanla tanışacağı dünya topraklarına adım atar. Yazın yakıcı etkisi, çocukluktan delikanlılığa geçişteki sürtüşmelerde ve çocuğun, verdiği kararlar doğrultusunda “kendini ateşe atması” benzetmesinde karşılığını bulur. Dolayısıyla yaz, aynı zamanda ilk kıvılcımları, doğayı canlandırmak üzere toprağa düşen “hayat” özünün, iradenin yönelttiği yollara göre evrene can katan bir güneş olabileceği gibi bir cehennem ateşine de dönüşebileceğini gösterir.
Bundan sonra gelen sonbahar, yazın ekilen tohumların, işlenen ekinlerin, sarf edilen kelimelerin ve eylemlerin hasılatı, belki de vebali olacaktır. Nitekim göle tedavi için getirilen bir kızla arasında gelişen duygusal yakınlık, delikanlının keşişle arasındaki son bağı da çözerek kayığı suların bilinmezliğine, kaderin kestirilemeyen fırtınasına doğru sürükler. Artık doğum gerçekleşmiş, rahmin dışındaki dünyaya adım atılmış, çocukluksa çok gerilerde kalmıştır. İlerleyen zamanda keşiş, çocuk kaçırma suçuyla polisler tarafından tutuklanır ve köklerinden tamamen ayrılarak son baharını, ardından da ölümün timsali olan kışını yaşar. Ayrılıklar mevsimi olan kış, canlılığı yitirişi anlatırken döngüye ebediyet bahşeden Ki-duk, aynı rahme yeniden umut tohumları ekerek can verir. Efendisine karşı isyan eden, nefsi uğruna onun öğretilerinden çıkan delikanlı, pişmanlıkla yuvasına geri döner. Bu sırada bebeğiyle göl evine sığınmak isteyen bir kadın çıkagelir karşısına. Tıpkı seneler evvel dünyayı ilk defa orada tanıyışı gibi bu bebek de gözlerini doğanın rahmine açacaktır. İsimler, insanlar, tecrübeler değişmiştir ama aynı öykü, kaldığı yerden devam edecek, böylece döngüyü yaşatacaktır. Her mevsimde var olan düzenin bir parçası kirliliğe ve yok oluşa doğru giderken Ki-duk, doğanın kendini iyileştirici özelliğini vurgular: Umudun alevi sönmediği sürece ufacık bir rüzgâr bile kıvılcımları hayata döndürerek birer yaşam kaynağına çevirir. Çünkü kış mevsiminde noktası konan her cümleye bir zaman parçası daha armağan ederek yaşamak için bir neden sunar doğa. Ve ardından döngüyü yeniden doğurmak üzere tüm canlara seslenir:
Ve ilkbahar…
Rabia Elif Özcan
Xenia (Yön. Panos H. Kautros, 2014)
Panos H. Kautros’un Strella (2009) adlı Yunan Garip Akımı’nın (Greek Weird Wave) örneklerinden sayılabilecek filminden sonraki ilk uzun metrajı olan Xenia (2014), Yunanistan’ın hiç batmayacak gibi görünen güneşinin altında geçen, büyülü gerçeklikle yoğrulmuş sürükleyici bir yol filmi olarak baharın heyecanını getiriyor. Annelerini yeni kaybetmiş olan Danny ve Ody’nin geçmişlerini keşfetmek üzere buluşmaları ve babalarının izinde atıldıkları yolculuk, karakterlerin kimliklerinden ve hayallerinden, günümüz dünyasının politik sorunlarına değin geniş bir yelpazede birçok konuyu ele alıyor.
Danny, annesinin ölümü üzerine Arnavutluk’tan Yunanistan’a, ağabeyi Ody’inin yanına gider. Kimliğini tüm renkliliğiyle yansıtan ve daha çocuk sayılabilecek gey bir birey olarak Danny, Yunanistan’da uzun vadede kalabilmek istemektedir. Arnavutluk’a kıyasla daha canlı ve heyecanlı bir yer olarak Yunanistan, Danny için daha başında olduğu hayatını özgürce yaşayabileceği bir gelecek vaat etmektedir. Bu anlamda Yunanistan, Arnavutluk’ta bir nevi kapana kısılmış Danny için yeniden bir doğuşu, olgunlaşmayı, baharı temsil etmektedir. Arnavutluk’tan çoktan ayrılmış olan Ody ise Yunanistan’ın Danny için temsil ettiği umutlu dünyanın aksine hayatta kalabilmek için bir fast-food restoranında çalışmakta, Yunanistan’ın sesi yarışmasına katılarak hayatını sesinden kazanabileceği hayalinden vazgeçmiş görünmektedir. Kardeşlerin zihinsel mevsimlerindeki çatışma (Danny için Yunanistan baharı temsil ederken, Ody için bahardan başka her şey anlamına gelebilmektedir.) filmin başlarında kardeşler arasındaki planlama ve vizyon çatışmasında ortaya çıkar. Kardeşlerin motivasyonlarındaki ve hayatlarında geldikleri noktalar arasındaki bu uçurum, Xenia’nın temelini oluşturan seyahat temi için gereken enerjinin ortaya çıkmasını sağlayacak, bir Yunan olduğunu iddia ettikleri babalarını bularak Yunanistan’dan vatandaşlık almaya çalışmalarına neden olacaktır. Bu noktadan itibaren Danny ve Ody kendi özgürlük arayışlarına, yeniden doğuşlarına, yani baharlarına doğru yolculuklarına başlayacaktır.
Danny ve Ody’nin marjinal karakterler olarak birbirlerinden başka kimselerin olmadığının kabulüyle ilerleyen film, modern zamanların fenomenlerinin altını çizer. Gay bir genç olarak kabuğunu kırmaya çalışan Danny, tüm otoriter ve bürokratik sınırlamaların uzağında tanımlanır. Kuralcı bir şekilde yapılandırılmış, ciddiyeti öne alan boğucu gerçekliğin ötesinde konumlandırılan karakter; tüm çocuksuluğu ve nev-i şahsına münhasırlığıyla tam anlamıyla modern bir tipleme olarak karşımıza çıkar. Saçları platin sarı boyalı, ağzından hiç düşürmediği lolipopu, bir gökkuşağını andıran kıyafet seçimleri ve sürekli çantasında taşıdığı tavşanıyla Danny, alternatif bir bahar gerçekliği kurar ve ne pahasına olursa olsun onun içinde yaşamak için mücadele eder. Filmdeki gerçeküstü öğeler de, beklenebileceği gibi, Danny karakterinin hayal gücünün ürünleri olarak karşımıza çıkar. Öte taraftan Danny’nin özgün dünyasının yansımaları da yalnızca zihniyle sınırlı kalmaz, aksine film görselliğine de sirayet ederek Danny’nin bahara içkin dünyasını kurar.
Yunanistan’a gemi yolculuğunda tanrılaştırdığı Patty Pravo adlı bir solisti, bir başka geminin güvertesinde adeta bir resmin içinde var olur gibi görür, renklerin ve müziğin Danny’nin dünyasını yansıttığı bu büyülü bahar gerçekliği, onun dışında süregiden günümüz dünyasından çok farklıdır. Kendisiyle birlikte taşıdığı bu öte-dünya, Danny’nin gerçek muamelesi yaptığı ve seyirciye de öyleymiş gibi gösterilen, ancak oyuncak olduğu filmin ilerleyen bir noktasında ortaya çıkarılan tavşanında da görülür. Danny kendini tavşanın gerçek olduğuna öylesine inandırır ki oyuncağının fantastik gerçekliğinin Danny nazarında bozulabilmesi için tavşanın öldürülmesi gerekecektir. Danny’nin icat ettiği gerçekliğin bozulması da, filmin atıf yaptığı günümüz dünyasının acımasız koşullarının içine atılmasıyla gerçekleşir. Kautros, Danny’nin kendi ‘tülünün’ arkasından filtreli gördüğü o büyülü dünyasını, Arnavutluk’un görece izole dünyasından çok farklı, birçok kimliğinin bir arada mücadele halinde var olduğu bir Yunanistan resmederek kırar. Bu dünya, bahar dışında her şeyi barındıran, gerçeğin mevsimsizleştirdiği ara bir mekândır.
Bir gay olarak ötekileştirildiği ve nefret saldırganlığının öznesi olduğu bir anda kendini korumak isterken talihsiz bir suça bulaştığı bu Yunanistan, aynı zamanda yeni göçmen dalgasıyla büyüyen etnik gerginliklerin ve yükselen aşırı sağın ülkesidir. Bu anlamda Kautros, kardeşlerin peşinde oldukları ‘babayı’ aşırı sağ bir partinin lideri olarak tasarlar ve karakterlerle yeni dünya arasındaki tezattın bir kez daha altını çizer.
Xenia bu anlamda adeta günümüz dünyasının marjinlerinde duran karakterleri sürekli bir yolculuğa çıkararak, bunun sebebini de günümüz dünyasının şartları olarak karşısına konumlandırarak iki uçlu bir dünya yaratır, kardeşleri de içinde kaybolduğumuz dramatik gerçekliğe inat ehlileştirilemeyen, disiplinize edilemeyen bahar avareleri olarak kahramanlaştırır. Sıra dışı bir yolculuk filmi olurken gerçekliğin duraklarına da uğrayan film, acı olduğu kadar da eğlenceli hâle geliyor. Baharı dışlayanlara inat, arka planında hep Yunanistan’ın baharını tutarak şenlik havasında bir özgürlük kutlaması yaratmayı başarıyor.
Koray Soylu
Çingeneler Zamanı (Yön. Emir Kustirica, 1988)
“Çingene, insanın tabiata en yakın kalan güzel bir cinsidir. Zannedilir ki, bu tunç yüzlü ve fağfur dişli kır sakinleri, beşerî şekle istihale etmiş (insana dönüşmüş) birtakım yeşil ağaçlardır. Çingene bizzat bahardır.”
Ahmet Haşim
Büyük şair Ahmet Haşim, çingenelerin bizzat baharın kendi olduğunu söylemişse ve konumuz da baharsa, baharı anlatan en güzel filmlerden biri Çingeneler Zamanı’dır. Başından sonuna Çingenece geçen film, filmin yönetmeni Emir Kustirica’yı yıldızlaştırmakla kalmamış, filmin amatör oyuncuları olan Davor Dujmović ve Ljubica Adzović’i de beyaz perdede devleştirmiştir. Replikleriyle kendine hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen film, Goran Bregovic’in şahane müzikleriyle bütünleşen sahneleri, özellikle nehirde kutlanan Hıdırellez sahnesi ile hafızalara kazınmıştır.
Filmin konusuna gelirsek, Perhan Yugoslavya’da büyükannesi ve kız kardeşi Danira ile yaşar. Perhan’ın Azra adında bir sevgilisi vardır ancak Azra’nın ailesi kızlarının Perhan’la evlenmesine müsaade etmezler. Telekinezi yöntemiyle cisimleri hareket ettirebilme yeteneğine sahip olan Perhan’ın peşinde olan ve onun bu yeteneğinden faydalanmak isteyen mafyöz tip Ahmet, Perhan’ı kendiyle birlikte Milano’ya gitmeye ikna etmeye çalışır. Perhan, bacaklarından sakat olan Danira’yı tedavi ettirebilmek ve Azra ile evlenmesi için gerekli olan parayı kazanmak amacıyla Ahmet’le birlikte İtalya’ya doğru yola çıkar. Perhan bu yolculuk sırasında öyle şeyler görür ve yaşar ki günün birinde tekrar köyüne döndüğünde artık o eski Perhan değildir. Çünkü sevdiği herkese yabancılaşan Perhan, “kendine yalan söylemeye başladığından beri, kimseye inanmamaktadır.”
Çingeneler Zamanı gösterildiği Cannes Film Festivali’nde büyük övgü almıştır.
Ezgi Ulukoca
Sweet Bean (Yön. Naomi Kawase, 2015)
2015 Cannes Film Festivali’nin Kesin Saygı bölümünde gösterilen yönetmenliğini Naomi Kawase’nin yaptığı Sweet Bean (2015) Türkçeye “Umudun Tarifi” olarak çevrilir. Filmin tam kelime anlamı “Tatlı Fasulye” olsa da ve “fasulye ezmesi” sayesinde başlayan bir dostluğa odaklansa da aslında tam olarak film “Umudun Tarifi”. Baharın gelmesi ile birlikte açan sakuraların (kiraz ağacı) gölgesinde Sweet Bean bize kaç yaşında olursak olalım umudumuzu, sevgimizi ve inancımızı kaybetmemiz gerektiğini öğütleyen sıcacık bir dostluk filmi.
Tokyo’nun eteklerinde küçük bir dorayaki (içine fasulye ezmesi konulan pankek tarzı bir Japon tatlısı) dükkânı işleten Sentaro (Masatoshi Nagase) kendisine yarı zamanlı bir yardımcı aramaktadır. Bir gün dükkânına yetmiş beş yaşlarında Tokue ( Kirin Kiki) adında yaşlı bir kadın “Bu sakuraları kimin diktiğini biliyor musunuz?” diyerek uğrar. Sentaro bilmiyordur, hatta belki de hiç kafasını kaldırıp dükkânının etrafını saran o muhteşem kiraz ağaçlarına bakmamıştır. 50 yıldır fasulye ezmesi yapan Tokue, Sentaro’nun onu işe alması için ısrar eder. Genç adam başta bu fikre sıcak bakmasa da Tokue’nin yaptığı ezmeyi yedikten sonra fikri tamamen değişir. Sentaro’nun dorayakilerine Tokue’nin eli değdikten sonra lezzeti artar ve dükkânın önünde hiç olmadığı kadar kuyruk oluşmaya başlar. Ancak, Sentaro’nun dükkânına neşesi, bilgeliği ve ustalığı ile ışık katan Tokue’nin elleri sadece lezzetli değildir. Elli yıldır dorayaki yapan o elleri üstü yara kaplıdır ve bu yaraların arkasında bir insanlık dramı vardır: Cüzzam.
Tokue cüzzamlıların karantina altına alındığı bir bölgede yaşamaktadır. Hatta çok yakın bir tarihe kadar karantina altına alındığı bölgeden dışarı bile çıkamamıştır. Hastalığı geçse de toplumdaki ön yargı geçmemiştir ve onun ellerini fark edenler dükkândan ayağını çekerler.
Sentaro şimdi bu çok sevdiği kadının izinde karantina bölgesini gider ve hem kendi hem de toplumun geçmişi ile yüzleşir.
Ulusal ve uluslararası birçok festivalden adaylık ve ödülle dönen Sweet Bean’i, izledikten sonra her gün önünden geçtiğiniz ağaca, sizi ısıtan güneşe, aydınlatan aya, hatta yediğiniz tatlıya bile farklı gözle bakacaksınız, onları daha çok seveceksiniz.
Yağmur Karagöz
Late Spring (Yön. Yasujirō Ozu, 1949)
Kazuo Hrotsu’nun Chichi to musume adlı eserinden beyaz perdeye uyarlanan film, yönetmenin Noriko Üçlemesi olarak adlandırılan üçlemesinin de ilk filmidir. Late Spring (1949), özünde savaş sonrası değişen dünyanın ve yaşanmakta olan geleneksel- modern çatışmasının temel dinamiklerini yansıtması açısından oldukça başarılıdır. Minimalist Japon sinemasının klasik özelliklerini çatısı altında birleştiren film, duru kadrajları ve sade hikâyesi ile dikkat çeker. Late spring’te evlilik çağına gelmiş genç bir kız olan Noriko’nun (Setsuko Hara) toplumsal normlara ve ön kabullere karşı olan temkinli duruşuna ve mütevazi başkaldırısına tanıklık ederken; Noriko’nun kurduğu samimi arkadaşlık ve babası ile olan ilişkisi üzerinden, Japon toplumunun yeniden kurulan dinamiklerini yakından deneyimleme fırsatına erişiriz. Filmde, bireysel aklın ve rasyonalitenin ön plana çıktığı yeni dünyada eskiye ve geleneksele direnmek, bireyin kendi iç dünyasının sınırlarını sil baştan keşfetmesini sağlayan bir yolculuğa dönüşürken, bu yolculuğun etrafını sıkı duvarlar ile kuşatan çevre faktörünün, değişim karşısındaki kemikleşmiş payı da açıkça gözler önüne serilir. Ozu’nun hayatından otobiyografik ögeler taşıyan film, temelde aile kavramına odaklanır. Merhamet ve hoşgörünün, sevginin ve biricikliğin bir baba-kız ilişkisi üzerinden bu denli başarılı ve minimal bir şekilde anlatılmış olması, Late Spring’in, niçin dünya sinema tarihine adını yazdırmış önemli filmlerden biri olduğunu daha iyi anlamamızı sağlar. Yönetmenin kendine has kadrajlarında yankılanan doğanın kadifemsi sesi filmi kuşatan başat ögelerden biri olarak karşımıza çıkar. Filmde ılık bahar rüzgârları eşliğinde dolaşılan Japon bahçeleri, güneşin sıcak yüzünü tüm cömertliğiyle sunduğu hoş sohbet bisiklet turları eşliğinde, baharı kimi zaman ruhları tüm sabırsızlığıyla dolduran heyecanlı buluşmaların yol arkadaşı; kimi zamansa buruk vedaların ve kabullenişlerin yaşandığı bir geçiş mevsimi hâline getirir. Tıpkı değişmekte olan mevsimde yeni çiçeklenen ağaçlar gibi, Late Spring’te de tüm başlangıçlar, gerçekleşecek olan yeni güzelliklerin tohumunu atar ve bahar, bir baba- kızın hikâyesini en baştan yazar.
Elif Düşova