Başı dertte sarışın bir kadından daha fazla sinemasal öncülü olan çok az görüntü vardır. Sessiz dönemden Alfred Hitchcock’a ve onlarca yıllık slasher filmlerine kadar, sarışın kadın karakterler yüzyılı aşkın bir süredir filmlerde tehlikedeki masumiyetin sembolü olmuştur. Bu motif, Arthur efsanesinden ve sarışın bir bakireyi tehlikeden kurtarmak için yola çıkan asil kahramanları konu alan peri masallarından ilham alır. Strange Darling (2024) de bu klişeden yararlanan görüntülerle açılıyor. Nazareth’in Love Hurts şarkısının şarkıcı Z Berg tarafından yapılan melankolik bir derlemesi eşliğinde film, saçları ağarmış, kanlar içindeki genç bir kadını bir tarlada can havliyle koşarken gösteriyor. Açılış jeneriği, başrol oyuncularını arketipler olarak etiketleyerek filmin hikâyesine dahil ediyor: Leydi (Willa Fitzgerald) ve Şeytan (Kyle Gallner). Fakat JT Mollner’ın yazar-yönetmen olarak ikinci filmi olan filmin aklında gelenekleri pekiştirmekten daha fazlası var gibi görünüyor. İzleyicinin ön yargılarını manipülatif biçimde kullanan Mollner, ustaca çekilmiş ve güçlü bir tepkiye yol açacak bir gerilim sunuyor.
Film, altı bölümden oluşan bir gerilim olarak duyurulmasına rağmen üçüncü bölüm ile açılır. Gallner bıyıklı, kırmızı ekoseli flanel gömlek-ceket ve iş botlarıyla görünür. Siyah bir kamyonet kullanmaktadır ve direksiyonunda Fitzgerald’ın bulunduğu eski bir Pinto’yu takip etmektedir. Fitzgerald çaresiz ve bir kulağı eksik görünmektedir. Çaresiz kadını, boş arazilerde gürültülü bir müzikle gezen iki tuhaf hippinin (Ed Begley Jr. ve Barbara Hershey) sahibi olduğu izole bir çiftliğe sığınırken takip ederiz. Ama sonra, daha önceki bölümlere atlayarak, Mollner’ın keskin senaryosu, savaşan başrolleri bir randevuda, bir otelin önüne park etmiş, onları mavi tonlarda gösteren bir neon tabelayla bulur.Strange Darling, ünlü yönetmenlerin unutulmaz eserlerinden derlenen üslup tercihleri, doğrusal olmayan anlatı yapıları ve ayrıntılardan oluşan bir tıpkı bir pastiş gibi sergileniyor. Keza Mollner ilham aldığı sekansları bariz bir şekilde yansıtıyor. Açılış yazısı ve dış ses, The Texas Chainsaw Massacre (1974) filmini hatırlatıyor. Buradan sonra Oregon’un pastoral bölgelerinde yaşanan araba kovalamacası Quentin Tarantino’nun Death Proof (2007) filmini anımsatıyor. Daha geniş ölçekte, filmin kronolojik olmayan bölüm yapısı Pulp Fiction’dan (1994) esinlenilmiş gibi görünüyor ve kesintili bölümlerin titiz organizasyonunda Lars von Trier’in The House That Jack Built’inin (2019) ipuçlarını taşıyor. Tüm bunlarla birlikte Mollner, etkili olay örgüsü ve öldürücü şaşırtmacalarıyla izleyicinin hikâyenin üzerinde tutmayı başarıyor.
Mollner sürekli olarak izleyicinin varsayımlarıyla ve korkularıyla oynuyor. Bunu bazen zekice yollarla yaparken bazen de bariz provokasyonlarla günümüzün toplumsal cinsiyet politikalarını seyirciye karşı silah olarak kullanıyor. Mollner’ın senaryosu, seri katil türünün cinsiyet rollerini altüst eden, izleyicinin bu dinamikteki av ve avcı anlayışını istikrarsızlaştıran ayrıntılarla dolu. Yeniden sıralanan bölümler başlangıçta izlemeyi zorlaştıran bir teknik gibi görünse de bunların düzenlenmesi önemli bilgileri gizliyor ve sonrasında tüm senaryoyu şaşırtıcı bir etkiyle tersine çevirmek için hikâye ayrıntılarını stratejik olarak konumlandırıyor.
Görsel olarak film muhteşem. Doygun birincil renkler çiçek açıyor ve patlıyor. Film, kırmızılara (Fitzgerald’ın ayakkabıları ve hemşire önlükleri, Gallner’ın fanilası, herkesin kanı) ve yeşillere (Oregon’un dış mekanlarını sergiliyor) özel bir yakınlık duyan zengin renklere sahip. Bu, bölünmüş diyoptri lensleri ve ana renklere geçişler gibi etkileyici hilelerle güçlendirilmiş bir görsel muamele gibi görünüyor. Giovanni Ribisi, görüntü yönetmeni olarak ilk uzun metraj filmini çekiyor ve Strange Darling’i tamamen 35 mm ile kaydediyor. Bu sayede her şey sıcak ve şehvetli bir hâle bürünüyor. Kurgucu Christopher Robin Bell, hem sabırlı hem de kendinden emin bir şekilde, ortalamanın üzerinde bir çekim uzunluğuyla bu görsellerin gelişmesini sağlıyor. Bu cesur seçimler, Z Berg tarafından seslendirilen ve Craig DeLeon’un sarsıcı müziğiyle daha uyumlu olan yavaş, nazik şarkılarla tezat oluşturuyor.Strange Darling karakterlerin boyutlarını geliştirmekten çok olay örgüsündeki entrikalar ve şaşırtmacalarla ilgileniyor. Yine de her şey çok sürükleyici. Gallner rolüne varlık katarken Fitzgerald muhteşem bir performans sergiliyor ve ancak sonlara doğru onu zorlayan güçleri ortaya çıkarmaya başlıyor. Ne Leydi ne de Şeytan’ın arka planında fazla bir şey yok ama bu durum, olay örgüsünün mekaniğine ve kafa karıştırıcı sürprizlerine hizmet ediyor. Bazıları kadınlara karşı kötü bir şiddet ve saldırganlık çizgisi içeriyor; yine de bu, tasvir ettiği davranışların bir eleştirisi gibi hissettirecek kadar filmin gündemini ustalıkla besliyor. Mollner, yüzyıllardır süregelen hikâye anlatıcılığına dayanarak düşünmeye zorlandığımız şeylerden yararlanıyor ve ardından senaryoyu rahatsız edici sonuçlarla tersine çeviriyor. Ribisi’nin birinci sınıf kamera çalışmasıyla her şey daha da keyifli bir sürprize dönüşüyor.
Hikâye adeta bir kedi fare oyunu. Leydi ve Şeytan roller arasında durmaksızın geçiş yapıyor: itaatkar ve baskın, canavar ve kurban, erkeksi ve kadınsı. Bu keyifli görev izleyiciyi nefessiz, ama odaklı bırakıyor. Şiddet hakkındaki önyargılı fikirlerden gerçeği ayırmaya çalışmakla o kadar meşgulüz ki, filmin son anlarına kadar bir bulmaca kutusu kadar mükemmel bir şekilde işlenmiş bir gerilime tanık olduğumuzu fark etmiyoruz. Strange Darling’in, ne kadar eğlenceli ve ilgi çekici olduğu göz önüne alındığında, başladığı notadan hem çok uzak hem de onunla karmaşık bir şekilde bağlantılı bir notayla bittiğini söylemek çok düz ve basit olurdu. Filmi ilk elden deneyimlemek, son bulmaca parçasını yerine kaydırmak kadar tatmin edici ve iç karartıcı geliyor.