İngiliz yönetmen Asif Kapadia imzalı belgesel AMY, Amy Winehouse’un yaşamını nedensellik ilkesi etrafında bize aktaran, öyküsündeki karanlık yerlere ışık tutup, onu derinden anlamamıza olanak sağlayan bir izlek sunuyor. Belgesel 1998 yılında, Amy’nin yakın arkadaşı Lauren Gilbert’ın doğum günü partisiyle başlayıp Amy’nin cenaze töreni ile son buluyor. Varoluş kutlaması ve son yolculuk töreni arasında yaklaşık iki saat boyunca asılı kalıyoruz izlerken.
Ömrün mezurasını elimize alıp ölçtüğümüzde 27 yaşında hayata gözlerini yuman Amy’nin yaşamı kısa olsa da içindeki öykü yıllar geçtikçe uzayan özlemlerle dolu. Janis ve Mitchell Winehouse çiftinin iki çocuğundan biri Amy. Annesi bir eczacı, babası hem taksi şoförüğü hem de antrenörlük yapıyor. Baba Mitch, Amy henüz 18 aylıkken bir iş arkadaşına âşıkoluyor ve ilişkileri başlıyor. Bu birliktelik Amy 9 yaşındayken Mitch’in evi terk etmesine değin sürüyor. Amy belgeselde babasının o dönemki tutumları için “Annem çocuklarını tek başına yetiştirmişti. Çünkü babam etraftayken bile orada yok gibiydi. Hiç yok gibiydi…”diyor. Annesi Janis Winehouse’da gidenin boşluğuna talip olmuyor çocuklarına karşı, kim bilir belki de olamıyor.
O zamanlar için annesi “Küçük yaşlarda fark ettim ki Amy bir şeye karar verdiğinde benim için karşı durmak çok güçtü. ‘Bana karşı çok yumuşaksın anne’ ‘Her şeyden paçayı kurtarabilirim. Daha sert olmalısın anne’ derdi. Ben de durumu kabullendim. Ona dur diyecek kadar güçlü değildim” diyerek içinde bulunduğu ruh halini ortaya koyuyor. Belgeselin başka bir yerinde Amy “ 9 yaşında annemle babam ayrıldığında tek düşündüğüm artık istediğim şeyi giyebilir, küfür edebilir ve makyaj yapabilirim…”(oldu) diyor. Zaten boşluklarla dolu aile yaşamı, boşanmanın etkisiyle kendini daha büyük bir boşluğa bıraktığında Amy onu mutlu edecek düşüncelere tutunarak yıkıcı etkiyi azaltmaya çalışmış. Bu arada da okuldaki arkadaşlarıyla ilk müzik grubunu kuruyor ve henüz 9 yaşında. Babası o dönem için kendinin korkak biri olduğunu ve Amy’nin ayrılık durumunu çabuk atlattığını söylüyor. Oysa Amy’nin boşlukla korunmasız devinimle baş etmeye çalıştığını söylemek daha uygun. Yaşamının bu erken döneminde dövme yaptırıyor, her yerine piercing taktırıyor, okula gitmeyip erkek arkadaşıyla evde takılıyor, ta ki 13-14 yaşlarında doktora götürülüp depresyon tanısı konana kadar. Ardından onu sersemleten ilaçlar kullanmaya başlıyor, yavaşlıyor ve kontrolsüz yemek yeme halleri baş gösteriyor. O dönem eline gitarı alıp çalmak ona kendini iyi hissettiren tek şey anılarında.
İki yıl sonra 16 yaşındayken Ulusal Gençlik Caz Orkestrası’da şarkı söylemeye başlıyor. 2001 yılı Haziran ayında arkadaşı Nick Shymansky önce Amy’ye bir arkadaşı aracılığı ile iki şarkılık stüdyo kaydı yapıyor. Ona şarkı sözü yazıp yazmadığını soran Nick, Amy’nin, şarkı sözü değil ama şiir yazdığını öğreniyor. Bunlar daha sonra kendi şarkı sözlerine dönüşecek şiirler aslında. İlk ödülünü de 2004 yılı Temmuz’unda Londra’da düzenlenen İvor Novello Şarkı Sözü Yazarı Ödülleri’nde “Stronger than me” parçası ile alıyor. Bu ödülü şarkının sözlerini birlikte yazdıkları dostu ve yapımcısı Salaam Remi ile paylaşıyorlar. Daha sonra Nick Amy’yi çalıştığı plak şirketine öneriyor. Plak şirketinin ortaklarından Guy Moot onu ilk dinlediği andaki düşüncelerini “Duygu doluydu, eğer bir sanatçı olarak buna sahipsen genelde anlatacak bir hikâyen de var demektir.” cümleleriyle aktarıyor ve bu adı hiç duyulmamış kızla 2002 yılında yarım milyonluk bir anlaşma yapıyor. Anlaşmayı yapar yapmaz çocukluk evinden çıkarak, kendi evine taşınıyor Amy. Bu, kendi dünyasını kurmakta ilk önemli adımı oluyor aynı zamanda. Frank albümü çıkıyor. Bir yandan turne yapıp bir yandan küçük caz kulüplerinde söylüyor.
Amy’nin müzikle kurduğu ilişki için birlikte sahne aldıkları piyanist Sam Beste şunları söylüyor: “Müzikle çok saf bir bağı vardı. Çok duygusal bir bağ… Müziğe bir insanmış gibi ihtiyacı vardı. Uğrunda ölebilircesine…” Bu sözler Amy için değil de bir başkası için sarf edilseydi hamasi bulunabilirdi. Fakat söz konusu hem Amy’nin müzikalitesi hem de onun güçlü kişiliği olduğundan bu sözlerin hamasi olmadığını biliyoruz. Frank albümünden sonra Camden’a taşındığı sıralarda yeni sözler yazamamasının sebebini, kendini adayacağı herhangi bir şeyin olmamasına bağlıyor. Onun sevgisi için kimse kendini ona adamış olmasa da o bu açığı kendi sevme yetisine tutunarak kapatmaya çalışmış. Sanırım bu yüzden birini sevdiğinde tutkuyla seviyor.
2005 yılı Ocak ayında Camden’a taşındıktan bir süre sonra Blake Fielder’la tanışıyor. İkisinin de o sıralar başka sevgilileri var. Yine de kıştan yaza kadar görüşmeye devam ediyorlar. Öyle ki 2005 yazını tümüyle birlikte geçiriyorlar. Yazın son günlerinden birinde Amy, Blake Fielder’ın telesekreterine bıraktığı not ile sarsılıyor. Bu ses kaydında Blake, eski sevgilisine geri dönme kararını aldığını, Amy ile arkadaş kalmak istediğini söylüyor. Amy için zor günler bu olayla başlıyor. Terk edilme durumuyla baş edemiyor Amy, sürekli içmeye başlıyor. Onun bu durumunu gören bir komşusu arkadaşlarını arayarak Amy’nin yardıma ihtiyacı olduğunu söylüyor. Arkadaşları geldiklerinde her anlamda bitmiş bir Amy’le karşılaşıyorlar. Bunun üzerine onun bir uzman yardımı alması gerektiğiyle ilgili ortak fikirlerini ailesine iletiyorlar. Baba Mitch buna gerek olmadığını düşünüyor. Amy’nin dağınık ve ilgisiz ailesi bir kez daha gerçek sorunları ve bu sorunların yarattığı ruhsal tahribatı görmekte doğru bir rol oynayamıyor. Ailesinden daha çok arkadaşları kaygı taşıyor onun için. Durumu gittikçe kötü bir hâl almaya başlıyor. Arkadaşları ona yardım etmeye çalışıyor fakat Amy içine düştüğü ruhsal çöküntü nedeniyle karar verme gücünü yitirmiş olduğundan kendisiyle ilgili kararları babasına bırakıyor. Bu kendini bırakma haline arkadaşları tepki gösteriyor. Aslında tepki gösterdikleri şey bu korkunç gidişatı tersine çevirecek söz hakkının onlarda değil, ilgisiz ailesinde olması. Olup bitene daha fazla seyirci kalamayan arkadaşları da yavaş yavaş Amy ile aralarına mesafe koymaya başlıyor. Bunu ilk yapan Nick oluyor. Amy, takvimler 2005 yılı Aralık ayını gösterdiğinde Miami’ye, arkadaşı Salaam Remi’nin evine gidip bir süre orada kalıyor, bir nevi sığınıyor. Salaam Remi’nin evinde hiç içki içmiyor ve sürekli şarkı sözü yazıyor. Onu dünyaca üne kavuşturan Rehab, Back To Black ve daha niceleri orada yazılıyor ve besteleniyor. O şarkıları yapmak Amy’nin üzerinde iyileştirici bir etki sağlıyor. 2006 Mart ayında parçaların kaydı için stüdyoya giriyorlar. Yaptığı şarkılar onu teker teker zirveye taşırken, yaygınlaşan ünüyle birlikte Amy’nin hayatına hem babası Mitch hem de eski sevgili Blake dâhil oluyor. Ama bu kez yerleri daha sağlam görünüyor. Mesela babası her konserinde ve ödül töreninde, kameraların karşısına geçip Amy’nin yanında yer alıyor. Blake sevgilisinden ayrılıyor ve Amy’yle yeniden biraraya geliyor. Mayıs 2007’de kimseye haber vermeden evleniyorlar. Evlilikle birlikte Blake kaynaklı uyuşturucu giriyor Amy’nin yaşamına. Öte yandan Amy’nin ünü tüm dünyayı sarmaya, şarkıları dilden dile dolaşmaya devam ediyor. Listelerde bir numaraya yükseliyor, konserler, festivaller, dergiler, gazeteler, tv showları, ödüller…
Ve Amy için çıldırtıcı kayboluş döngüsü tam burada başlıyor. Gerçek sevgi yerine ikame sevgiler, ün, uyuşturucu, tutku, sevgi açlığı, değersizlik, yalnızlık korkusu, hayal kırıklıkları… Tüm bunları kontrol edemiyor Amy. Doğruyu yanlıştan, sahteyi gerçeğinden ayıramıyor. Hiçbirinden kaçamıyor. Uyuşturucu haberleri, kavgalar, alkol, medya, Blake’in hapse girmesi, bitmek bilmeyen terk edilişler, suçluluk, boşanma, çıkmak istemediği turnelerin ortasında, kendine ait kılamadığı zamanların içinde oradan oraya savruluyor.
Olaylı Belgrad konserinin olduğu turneye çıkmak istememiş Amy. 17 Haziran 2011’de Sırbıstan’a gidecek uçağa Londra’daki evinde uyurken kucaklanarak götürülmüş. Basit bir sarhoşluk değil sahnede yaşadığı, nerede olduğunu, kim olduğunu unutacak bir kayboluş. Müzik şefi Dale Davis o konser için “Ne olduğunu anlamadım. Şarkı söyleyemiyordu. İlk defa oluyordu” diyor. Sonunda müziğini kaybediyor Amy.
22 Temmuz 2011’de arkadaşlarıyla ne konuştuğunu, Nick’in düğünü hakkındaki heyecanını, 23 Temmuz’da neler olduğunu, doktorunun sağlık uyarılarını, bulimia başlangıcını, söz yazarken nelere dikkat ettiğini, büyükannesinin ölümü ardından yaşadığı yıkımı, medyanın ikiyüzlülüğünü ve daha pek çok şeyi belgeselde bulacaksınız.
Amy bize güzel şarkılarını, ona ulaşamamanın kahrını, kız kardeşliğini, gücünü, ısrarını, duygulu sesini, yaratıcılığını, kapanmaz zannettiği yaralarını bıraktı ve gitti. Yokluğunda, onun masallarının ne olduğunu sorup durdum kendime. Çirkin ördek yavrusu onun masallarından biriydi bence. Ona demek isterdim ki “Amy hangimiz çirkin ördek yavrusu değiliz ki! Yalnız değilsin bunu biliyorsun değil mi?” Diğer masalıysa hiç kuşku yok ki kırmızı pabuçlardı. Paçavralardan kendine yaptığı kırmızı pabuçlarını özleyen Amy’e demek isterdim ki “ Fırsatçı bir kalbin teklifine aldandın diye kendine bu kadar kızmamalısın Amy, tecrübesizlik affedilmez değildir. Bir kez yaptın pabuçlarını, tekrar yaparsın ” Mavi sakal masalını annesi ona okumuş olsaydı eminim günlerce ve gecelerce süren bir işkenceye dönüşürdü zavallı Janis için zaman. Mavi sakal pınarını keşfeden Amy, masalın bitimsiz bilgeliğinden kendi payını alana kadar içer de içerdi, aldanmamayı hayal edene, öğrenene kadar.
Vaktimiz olsaydı ona İskelet Kadını okurduk hep birlikte.
Onun da hayranı olduğu Tony Bennett diyor ki: Yaşasaydı ona derdim ki “Biraz sakinleş, önemli birisin sen. Yeterince uzun yaşarsan hayat sana nasıl yaşanacağını öğretir.”
Asif Kapadia Amy’nin gülen yüzünü, şarkı söylerken duyduğu mutluluğu bizlere göstererek bitiriyor hikâyeyi. Amy’den bize kalacakların, o görüntüler olacağına inanıyor. Öyle de oluyor…
Güzel uyu.
*Masallar için Clarissa P. Estés ‘in Kurtlarla Koşan Kadınlar Kitabından yararlanılmıştır.
Mevlüde Karataş
Haberim yoktu bu belgeselden. Yazıyla birlikte izlemek istedim. Teşekkürler…
İyi seyirler diliyorum