Beden, ideolojik fikirler ve duygular bir yana, insanın yalnızca kendi içinde çözümleyebileceği en mahrem alanlardan biridir inanç. Zira inancıyla baş başa kalan insanın yalnızlığı, biricikliği kadar dokunulmaz bir konum, kapalı bir koza daha yoktur. İnsanı kendine özel kılan da budur nitekim; böylesi bir yalnızlıktan, yaşamaya bir neden devşirecek düşünceler silsilesini yönetme kabiliyetidir. Ancak bu özerk yetki, kitleleri yönetmek isteyen ideolojilerin ve grupların en büyük tehdidi olagelmiştir tarih boyunca. Kendi inancını arama, geliştirme, bulma yetkisinin bireye verilmesi, dinî otoriteleri hükümsüz kılar. Oysa bu kurum ve otoritelerin esas amacı bireyin fedasına karşılık bir cemaat oluşturmak ve kişisel hayatları topluma açık hâle getirerek yönetimi tekellerinde tutabilmektir. Yani “birey,” “birlik” uğruna kendini yok etmelidir; böylelikle ‘yaratıcının buyruğuna uymuş, cennetle müjdelenmiş olacaktır’ sözüm ona. Peki ya birey? Cemaatler gökyüzüne dualar uçurmada yarışırken onun kırık, kırgın, soran sesini kim duyacaktır?
İşte böyle bir bağlamdan seslenir Aya (2017). Yönetmen Moufida Fedhila, yirmi dakikalık objektifinde yüzyıllardır süregelen bir çatışmayı sergiler. Tunuslu bir ailenin çocuğu olan Aya, selefi bir anlayışla yetiştirilmektedir. Katı kurallarla çerçevelenmiş bu anlayışa göre İslam peygamberleri ve sahabelerin icraatları, kurtuluşun tek yoludur. Dolayısıyla onların buyurdukları, dinin temel ilkeleri olarak görülür ve hiçbir yorum yapılmaksızın doğrudan uyulması gereken kurallardır. Bu inanca göre bireysel bir ekleme, değerlendirme, eksiltme, değiştirme söz konusu olamaz. Kaideler ve kaderler çoktan çizilmiştir, bireyler önlerine açılan yolda ilerlemekle yükümlüdür yalnızca. Yeni bir yola yer yoktur bu inanç coğrafyasında.
Aya’nın ailesi de selefi cemaatlerin konuşlandığı bir mahallede hayatını kurmuştur. Babası tüccardır; beraber çalıştığı kimselerin iki dudağı arasındadır kazancı. Bu nedenle hem kendisi hem de eşiyle çocuğunun dışarıya attığı her adımın hesabını vermek zorundadır. Aya’nın hayatı, babasının sürdürmeye mecbur kaldığı bu ekonomik ve dini ilişkiler üzerine kurgulanmıştır doğduğu günden itibaren. Henüz ilkokul çağında vücudunun her yerini dünyadan ayıran, yalnız izin verildiği ölçüde görmesine müsaade edilen örtülerle tanışır. Bu örtüler onun yaklaşan kadınlığını haykırmaktadır çevresindeki erkeklere göre. Dolayısıyla örtünün altında dahi kendini yok etmesi beklenir. Sesi duyulmamalı, gölgesi görülmemeli, varlığı yokluğa eş değer olmalıdır Tunus sokaklarında. Bir bakıma Aya, ‘kendini bildi bileli’ bir ‘bilinmez’in kılığındadır ve bilinmemek üzere büyütür çocukluğunu.
Objektifin bir tarafında bireyselliği hadım edilmiş nesiller yetiştirilirken diğer tarafta eğitim sorununa eğilir film. Birey ile birlik kavramları arasında bir kimlik oluşturmaya çalışan Aya’nın hayatındaki ikilikler, aldığı çifte eğitimle gittikçe derinleşmektedir. Çocukluğuna adayacağı vakit, hafızlık okulu ve milli eğitimle doldurulmuştur. Üstelik her iki okulda da arkadaşları ve öğretmenleri tarafından çeşitli nedenlerle dışlanır ve suçlanır. İnsana gelecek güvencesi sunması gereken eğitim kurumları, Aya’nın başlıca sorguladığı yerler hâline gelmiştir çoktan. Oysa Aya’nın aklı, evlerinin damlarında, sokaklarda, bahçelerde yarım bıraktığı oyunlarındadır. Ne resmî okulda başarılı olabilir ne de ona verilen sureleri ezberleyebilir. Zira Aya, onun için biçilen hayatı değil, tıpkı oyunlarında kurduğu gibi elleriyle inşa ettiği bir yaşamı deneyimlemek ister. Böylesi bir hayatın mümkün olabileceğini de annesinin radikal düşünceleri, toplumdan farklı giyinişi, ardında bir şeyler gizlediği bakışları Aya’ya fısıldar. Günün birinde anneannesinden gelen bir hastalık haberi, Aya ile annesini bu çıkışa doğru itecektir nitekim.
Aya’nın annesi, şehir dışında yaşayan hasta annesini görmeye gitmek ister; fakat eşi tarafından doğrudan reddedilir. Duyguları, bedensel varlığı, nerede bulunup nereye gidemeyeceği, nasıl giyineceği, hangi kelimelerle konuşabileceği tamamen eşinin ve selefi cemaatlerinin tasarrufundadır. Bu anlamda bireyselliği bir “oluşum” değil, yaptırımdır. Umutlar ve hayallerle süslü olması gereken hayat yolu, siyah örtünün altına kurulmuş dar ve karanlık bir tünelden ibarettir. Tünelin girişinde bir adım sonrasına itilmek üzereyken bir başka yol mümkün olabilir mi peki? İzleyiciye açık kapı bırakan sonda nitekim bu soru, iki tren rayının ortasında ileriye doğru yürüyen anne kızla dillendirilir. ‘İlerledikleri’ yol nereye uzanır? Geride bıraktıkları kaderden sıyrılabilecekler midir? Sorular yanıtsız bırakılsa da en azından umuda yönelik bir alternatif sunulmuştur: Anne, hangi yöne gideceğini, hangi raylardan geçeceğini kendi rıza ve iradesiyle tayin edebilecektir artık. Başındaki kara örtüden sıyrılması da karanlık bir kaderden kurtulduğuna işarettir.
Annesi, tüm geçmişini ve ailesini geride bırakmayı göze alarak yeni kaderini adımlayadursun, Aya bir başka sorguya ışık tutar. “Allah’la bizzat tanışmak istiyorum,” der annesine. Arkadaşları bunun mümkün olduğunu söylemiştir. Aya da gece gündüz kendi Allah’ına yalvarır; onu görmek istediğini, ona sesini eriştirmeye çalıştığını anlatır. Ve ondan ufacık bir yanıt umuduna tutunur. Annesiyle tren raylarındaki yol ayrımına gelene dek yakarışını sürdüren Aya, sonunda ona anlatılan türde bir yaratıcının varlığından kuşkulanır. Ne oyun davetlerine icabet eder bu yaratıcı ne de varlığına ilişkin bir imada bulunur. Somut bir karşılık bulamayan Aya’nın da inanca ilişkin soruları derinleşir. Ona aktarılan ile kendi deneyimleri arasındaki çatışma, Aya’nın bireyselliğinin doğduğu ilk andır. O vakte değin ‘kendi’ne ait özgün bir kimlikten yoksun bırakılmış küçük kız, başkalarının dikte ettiği fikirlerin doğru olmayabileceğini gördüğü anda kendi sözcükleriyle, gözleriyle, hisleriyle inancı yeni baştan kurar. Aya olmak, insan olmak, birey ve ‘kendi’ olmak üzere köklerini geride bırakma pahasına esas doğum gününü gerçekleştirir annesinin kucağında. Bu umutlu sonda anne kız, bir bakıma yıllar önce yaşadıkları doğum ânını tazeler. Hem kadınlıklarından doğarlar hem insanlıklarını doğururlar. Şüphe ve tereddüt anlamına gelen Aya, böylece adının altında gizlenen manayla da kendi kaderinin kalemini eline almış olur.
Politik ve ideolojik topluluklardan daha etkili olan dini yaptırımlar, bugün özellikle kadınların kaderi üzerinde hükümlerini hâlâ sürdürüyor ne yazık ki. Eril dilin örtüsüne sarılıyor kadınlar. Kadınlıklarının bir nişanesi olarak kara örtüde görünmez kalmaya zorlanıyorlar. Neye, nasıl inanmalarından başlayıp bedensel varlıklarını hangi ortamlarda nasıl muhafaza edeceklerine dek kaderlerinin her çizgisi eril bir otoritenin ellerinde belirleniyor. Ancak Aya’lara kulak verdikleri müddetçe kaderin çizgilerini bükecek kadınlarımız. Kadın olmaktan önce insan olmanın tadına, Aya’nın adımlarından yürüdükçe varacaklar. Sormak, düşünmek, var olmak ve var etmek için işte önümüzde sayısız olasılığa uzanan tren rayları. İlk adımı atmaya var mısınız?