Shola Amoo tarafından yazılıp yönetilen, Sam Adewunmi ve Gbemisola Ikumelo’nun başrolleri paylaştığı film The Last Tree (2019) Lincolnshire’ın sessiz bir kasabasında büyüyen siyahi genç Femi’nin, Londra’da ikamet eden annesinin yanına taşınınca karşılaştığı sosyal ve kültürel farklılıklarla mücadele etmesini ve kendisini tanımasını konu alıyor.
Amoo’nun kendi hayat hikâyesinden esinlenerek yazdığı film, Nijeryalı-İngiliz siyahi bir çocuk olan Femi’nin geçici bir ailenin yanında beyazların yoğunlukta olduğu sakin bir kasabada büyürken, bir anda annesi tarafından alınıp konulduğu karmaşık şehir yaşamına alışmaya çalışmakta zorlanmasını anlatıyor. Bildiği, sevdiği düzenin kendisinden koparılmasına isyan eden çocuk yeni hayatına adapte olmamakta ısrar ediyor.
Filmin ilk dakikaları on bir yaşındaki Femi’nin Lincolnshire’deki yaşantısından kısa bir kesit sunuyor. Beyaz arkadaşlarıyla alabildiğine geniş bir tarlada oynadığı oyunlar, geçici ailesinin yanındaki rahatlığı ve huzuru hemen göze çarpıyor. Öyle ki, genç çocuk annesinin kendilerini ziyarete geleceğini öğrenince suratı asılıyor ve bu karşılaşmanın hiç yaşanmamasını diliyor. Bu ziyaret Femi’nin annesine taşınmasıyla sonuçlanıyor ve çocuğun hayatında yeni bir sayfa açılıyor.
Amoor sahnelerde kullandığı renk tonlarıyla izleyiciyi Lincolnshire’in temiz ve sakin ortamından, Londra’nın sert ve acımasız sokaklarına götürüyor. Genç çocuğun yaşadığı karmaşayı ve debelenmeyi daha net göstermek için olsa gerek, bu iki bölgedeki yaşam şartlarını, okul ortamını, arkadaşlıkları, toplumun bakış açısını ve aile düzenini siyah ve beyaz kadar keskin farklarla çerçeveliyor.
Bir tarafta sakin bir kasabada beyaz bir ailede, beyaz arkadaşları ile mutlu bir hayat sürerken, bir anda büyük bir şehrin kenar mahallesinde küçücük kutu gibi bir eve yerleşiyor. Beyaz topluluğun yoğun olduğu bölgeden, siyahların arasına karışıyor, kendisini daha özgür yetiştiren bir geçici aileden ayrılarak pek de tanımadığı ve kaba kuvvetle disiplinin çözüm olacağını sanan biyolojik annesinin yanında yaşamaya başlıyor. Futbol tutkusunu paylaştığı önyargısız arkadaş ortamından, siyahi gençlerin okuduğu, ses çıkarmayanın ezildiği, taşkınlığın havalı sayıldığı bir okula yazılıyor. Konfor alanının dışına çıkan Femi, istemeden içine atıldığı bu durum karşısında haliyle uyum sorunu çekiyor. Aradan geçen yıllarda sıkıntılarını azaltmak yerine, adeta bir robot gibi kendisinden isteneni yapıyor, fakat çevresine duvar örerek kimsenin kendisine yaklaşmasına da izin vermiyor; annesinin bile.
Kimlik bunalımını en derinden hisseden Femi, kendisini annesine, öğretmenine, arkadaşlarına ve topluma ‘sert’ mizaçlı biri olarak tanıtıyor. Kimseden medet ummayan, yeri gelince kaba kuvvetle işini çözen, hırsızlık yapmaktan çekinmeyen, kimseyi umursamayan, çelik yürekli bir genç gibi ortalarda dolaşıyor. İçinde bir türlü söndüremediği isyanın ateşi onun geleceğiyle ilgili planlar yapmasını engelliyor. Sokak sersileriyle kanunsuz işlere atılmayı tek kurtuluş yolu olarak görüyor. Böylece Femi, parlak bir hayata bilerek ve isteyerek karşı koyuyor. Çünkü motivasyon onu uzun süre önce terk etmiş, o da geçmişine ve anılarına hapsolmuş, o günlere bir daha geri dönemeyecek olmasıyla umutsuzluğa sürüklenmiş. Yine de izleyici film boyunca adaptasyon sorunu yaşayan bu genç adamın ruhsal yorgunluklarını anlayabiliyor ve fırsat verilse değişime açık olduğunun ipuçlarını yakalıyor.
İşte duygusal anlamda çöküş yaşadığı bir noktada o fırsatı Femi kendi kendisine sağlıyor. Bir zamanlar kendisini büyüten koruyucu ailesini ziyarete giderek, oradan ayrılmanın yarattığı kırgınlıklarıyla barışıyor, geçmişine sünger çekerek geleceğine odaklanmaya başlıyor. Hayatındaki bütün açık uçları kapatmak ilk gayesi olurken, bu anlamda önce annesiyle yüzleşiyor, daha sonra hemen hemen hiç tanımadığı babasını ziyarete gidiyor. En sonunda Femi kendisine çeki düzen vermeye ve hayatının dizginlerini eline almaya karar veriyor.
Konu ilgi çekici ve düşündürücü. Fakat filmin eksikleri yok değil. Amoor izleyicisine Femi’nin olduğu kadar annesinin de hayata set çektiğini aktarmayı başarmış. Ayakları üzerinde durmaya çabalayan, bir çocukla koca hayatta tek başına mücadele veren ve hiçbir desteği olmayan bu kadının düzeni sağlamak için kabalaştığını, duyguyla değil mantıkla hareket ettiğini gösterebilmiş. Fakat bu film boyunca değil, ana oğulun filmin sonlarındaki ikili hesaplaşmalarında diyaloglarla verilmiş. Çektiği zorluklar genç kadının sahne süresinin uzun tutulmasıyla detaylandırılabilir, böylece perde arkasında Femi için harcadığı çaba gözlemlenebilirdi.
Bununla birlikte filmin yan karakterlerinin de bir olay örgüsüyle filmin içine daha çok çekilmesi gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü yalnızca Femi’nin hikâyesi tatmin etmiyor. Genç adamın hayatın içinde sürüklenerek amaçsızca dolaşması, aktif olmaması ve bir hedefe doğru yol almaması izleyiciyi filmden koparıyor. Hemen hemen her sahnenin ona odaklandığı göz önünde bulundurulduğunda, çoğu zaman filmin nereye gittiği de belli olmuyor. Belki de bu nedenle film umut verici bir sonla bitse de sonuç kesinlik kazanmıyor. Femi’nin babasıyla olan görüşmesinin filmin son dakikalarında yüzeysel bir şekilde verilmesi de yönetmenin biraz kolaya kaçtığını ve konuyu bir an önce kapatmaya çalıştığını düşündürüyor.
Ait olma, kimlik karmaşası ve aile gibi temalar üzerinden ilerleyen film eleştirmenler tarafından güzel yorumlanıyor. Filmin yazar ve yönetmeni Shalo Amoor ise, filmin yaratım sürecinin uzun sürdüğünü ve her nüansın ekrana doğru yansıması için ekibiyle beraber yoğun bir değerlendirme sürecinden geçtiklerini belirtiyor.