Dünyamız yüzyıllardır keşfediliyor. Önce yerleşik hayata geçip tarım yapmayı öğrenerek üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkilerini baştan kuran insanlık bugün uzaya araba gönderiyor, Mars’ta hayatın izlerini sürmeye çalışıyor. Bu dönüşüm ve değişim süreci içerisinde pek çok kırılma noktası yaşanıyor. Geleceği inşa hedefinde bize rehberlik eden, tarihimizin önemli kırılma noktalarından birisi de şüphesiz, Sanayi Devrimi’dir.
Evreler hâlinde ilerleyen devrimin iktisadi ve toplumsal yankıları döneminin sanatını da derinden etkilemiştir. İşte yönetmenliğini Fritz Lang’ın üstlenmiş olduğu Metropolis (1927); böyle bir değişim döneminde bu yeniden yapılanma sürecine ayna tutan, fütüristik bakışıyla günümüz modern toplumlarının izdüşümü olan, çağının çok ötesinde konumlanmış bir kült hâline gelmiştir.
“Eller ile aklın arabulucusu kalp olmalıdır.”
Filmin açılışında karşımıza çıkan ve film ilerledikçe pek çok sekansta inatla hatırlatılan bu cümle özellikle savaş sonrası gelişmekte olan dünya ekonomilerinin iç siyasette iktisadi kalkınma adına uygulamaları gereken reçete politikaya gönderme niteliği taşıması bakımından oldukça önemlidir. Buradaki “arabulucu” kelimesi açıkça güçlü bir devlet modelini işaret etmekle birlikte; ekonomide işçiler ile sermaye sahipleri arasındaki dengenin de bu güçlü otorite tarafından sağlanacağına dikkat çeker. Filmin çekildiği yıl olan 1927 Almanya’sına baktığımızda bu söylem çok daha fazla anlamlanır. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak yıllarca ağır bir savaş masrafı ve vergi yükü altında cebelleşen, bir taraftan endüstrileşme yarışında güç toplamaya çalışan bir ülkenin ihtiyacı olan en önemli şey otoriter bir örgütlenme, yani güçlü devlet figürüdür. Bu durum parasallaşma yolunda zor mantığının sermaye mantığına ağır bastığı bir durum olarak nitelenebilir. Almanya gibi ülkelerin sermaye birikim sürecinde yolunu aydınlatacak ana güç idarede kemikleşmek adına zor mantığını temsil eden devletten başkası değildir. Bu açıdan filmin en vurucu noktalarında sıklıkla duyduğumuz bu cümle tesadüfi bir özlü söz olmaktan ziyade konjonktüre oldukça gerçekçi bir bakış niteliğindedir. Filme dönemin Weimar Cumhuriyeti tarafından övgü ile yaklaşılması duruma berraklık kazandırması açısından önemli bir ayrıntıdır.
Filmin açılış sekansında gördüğümüz dev dişliler ve buharlı makineler endüstriyel modernleşme yolunda hızla ilerleyen bir toplumun tezahürüdür. Devamında izlediğimiz vardiya değişimi sahnesi ise endüstriyel devrimin meşalesini çocuklarına devredecek olan sanayi toplumu insanlarının karanlık dehlizlerinde dolaşmamızı sağlar. Vardiya değişim saati gelmiş işçilerin âdeta ordu hâlinde, tek tip kıyafetlerle ve robotik adımlarla asansörlere yönelmeleri bu işçi ordusunun yabancılaşma sürecine ilk bakıştır. “İşçi kapitalizmde çalışmasının bir kısmında, varlığının bir kısmını kaybetmektedir. İşçiler kendileri için değil de, başkaları için kârı ürettiği zaman hem kendilerine hem de diğer kişilere yabancılaşmış olurlar,” der Marx. Bu yabancılaşma süreci sınıfsal bir tabakalaşmanın da desteklediği bir süreçtir aynı zamanda. Nitekim robotik adımlarla vardiya değişimine giden işçiler için yeryüzünün derinlerinde İşçiler Şehri uzanmaktayken; en tepede sermayeyi elinde bulunduran ve refah içerisinde bir hayat sürdüren insanların yaşadığı Evlatlar Kulübü bulunmaktadır. İşçi Şehri’ne attığımız benzer bakışı Evlatlar Kulübü’ne attığımızda karşımıza çıkan ilk şey içerisinde tavus kuşları ve ihtişamlı süs havuzları bulunan, herkesin neşe ile dolaştığı Sonsuz Bahçeler Mucizesi’dir. Mucize olarak nitelenen bu parkların refah içerisinde yaşayan Evlatlar Kulübü sınırları içerisinde yer alması tesadüf değildir. 19.yy’da Paris’te ortaya çıkmış olan Park Hareketi doğa ile kenti bütünleştirmeyi planlayan, sanayileşme ve şehirleşme sonrası çarpıklaşmış olan kent düzenini yeniden inşa etmeyi amaçlayan bir harekettir. Bu hareket ortak bir kentli bilinci oluşturması açısından da önem taşır. Oluşturulacak kentli imajının sınıfsal ayrıma dayalı kimliğe bir üst kimlik teşkil etmesi ve ayrışmadan doğacak gerginliklerin önüne geçmeyi planlaması bir hayli dikkat çekicidir. Sistemin sosyokültürel ayağının böyle düzenlemeler sayesinde kusursuz işlemesi planlanır. Evlatlar Kulübü’nde her şey yolunda giderken işçilerin artı-değer üretimi için saatlerce ağır koşullarda çalışmaya devam ettiklerini görürüz Metropolis’te. Devasa makineler ve fabrikasyon sistemi Fordist üretimin ana damarlarını oluşturur. Üretim sırasında ortaya çıkan herhangi bir aksaklığa ise asla tahammül gösterilmez. Nitekim üretimde verimliliğin arttırılması için emek sahiplerinin belirli bir sistem dâhilinde ödüllendirme ve cezalandırma dinamiklerine göre çalışma şartlarını ortaya koymuş olan Taylorizm; makinelerden birinde çıkan aksaklık sonucu işçilerin maruz kaldıkları sert müdahaleyi izlediğimiz sahnede kanlı canlı bir canavar olarak karşımıza çıkar. Hata yapan işçilerin yerinde çalışmak için bekleyen yeni işçiler sayesinde sistem aksaklığa mahal vermeyecek şekilde tıkır tıkır işlemeye devam eder.
Evlatlar Kulübü’nün sahibi Fredersen’in oğlu Freder, İşçiler Şehri’nde tesadüfi olarak gördüğü işte bu acımasız manzara karşısında dehşete düşer ve babasının bulunduğu Babil Kulesi’ne kaçar. Babil Kulesi şehrin merkezinde, tüm şehri gözetleyen bir yapı olarak çıkar karşımıza. Kulenin mimarisi ve merkeze inşası sebebiyle Foucault’un gözetim toplumunu anlatırken değindiği Panoptikon Planı’nı anımsarız. Panoptikon hayata geçirilmemiş bir hapishane planı olsa da Foucault, merkezinde bir gözetleme kulesi bulunan bu binanın modern güç ve gözetim kavramının temelini oluşturduğunu düşünür. Bu denetleyici güç tarafından her an izlendiğini düşünen birey hareketlerinde daha temkinli olur ve böylelikle toplumsal bir otokontrol mekanizması sağlanır. İşte endüstriyel devrime yakışır bir modern toplum tablosu!
Gördüğü ağır çalışma şartları karşısında dehşete düşen Freder’in babasına yönelttiği “Bu şehri inşa edenler nereye aitler, derinlere mi? Ya o derindekiler sana karşı ayaklanırsa?” soruları ise filmde hâkim sınıf ile işçi sınıfı arasındaki gerilimin ve komünizm tehlikesinin ilk hissettirildiği andır. Eylem Felsefesi’ne göre kendi çalışması ile kendini yaratan insan bu sürecin sonunda emeğini de yüceltecek ve var olan sistemi değiştirmek adına kendinde eylemci bir güç bulacaktır. İşçi sınıfının taşıdığı bu potansiyel güç; sonsuz birikim amacıyla hareket eden kâr dürtüsüne yönelmiş açık bir tehdit niteliği taşımaktadır ve Fredersen de bunun farkındadır. Filmin ilerleyen sahnelerinde karşımıza çıkan Mucit Rotwang’ın icat etmiş olduğu makine-insan ise yönetmenin ileri görüşlülüğüne tanıklık etmemiz açısından dehşet verici bir ayrıntıdır. Dünyamızın robotlar ve yapay zekanın hâkimiyeti altına gireceği düşüncesinin tohumlarını zihinlerimize serpiştirmiş olan Endüstri 4.0’a doğru yol aldığımız günümüz gerçekliğini yaklaşık yüz yıl öncesinden öngörebilmek Metropolis’in unutulmaz bir kült haline gelmesinin belki de en önemli sebeplerindendir. Filmde sık sık karşımıza çıkan devasa saatler ise mekanikleşmiş olan toplumun metaforik bir temsilidir. Filmin kırılma noktalarından biri, işçilerin yer altı mezarlarında Maria isimli bir kadın ile buluştukları sahnedir. Maria maneviyatın simgesi ve işçilerin yol gösterici meleği olarak onlara dünyanın, yaratıcının ve insanın yüceliğinden bahseder. Maria’nın, Babil Kulesi’nin inşa efsanesini anlattığı bu sahne kuleye ilahi bir anlam yüklenmesi açısından oldukça önemlidir. Dini kitaplarda Tanrı’ya ulaşmak amacıyla inşa edilmiş bir kule olarak bahsi geçen Babil; bir süre sonra çıkan kargaşada birbirinin dillerinden anlamayan insanlar tarafından yıkılır. Bu karmaşa ortamında bir arabulucuya olan gereksinim kendini daha açık bir şekilde göstermektedir. İnsanın girişimlerinde başarılı olacağı ve gücü elinde bulundurduğu inancı; kapital sistemi besleyen ideolojinin de ana kaynağını oluşturmaktadır, sistemde insan doğası her daim yüceltilir. Mucit Rotwang’ın âşık olduğu Hel isimli kadının Fredersen ile olan birlikteliği aşkına karşılık bulamayan mucidin kötü emeller gütmesine sebep olmuştur. Maria’yı kaçırıp bedenini icat ettiği makine-insanın bedenine kopyalayan Rotwang, Maria’dan bir insansı robot yaratmış olur. Beden kopyalama sahnesinde kullanılan görsel efektler filmin yapım yılı göz önünde bulundurulduğunda kusursuz olarak nitelendirilebilecek ölçüde başarılıdır. Filmin teknik açıdan da referans gösterilen kültler arasında yer almasının sebepleri, çağının oldukça ilerisindeki çekim teknikleri, kalabalık figüran kullanımındaki başarısı ve görsel efektleridir.
Rotwang’ın icat etmiş olduğu insansı robotun yer altı mezarlarına giderek işçileri isyan etmeleri yönünde kışkırtması ile işçiler isyan eder ve makinelere saldırarak şehirlerini büyük bir yıkıma sürüklerler. Maria’nın insansı robotu aynı zamanda Evlatlar Kulübü’nde yaşayanları da baştan çıkarır ve burada bir zevk ve eğlence dünyasının kurulmasına yol açar. Tüm bu yaşananlar her iki sınıfın düzeni için de kaos başlangıcının habercisidir. İşçilerin kitlesel bir öfke ile galeyana gelerek ana makineyi de bozmaları İşçiler Şehri’nin tamamen sular altında kalmasına sebep olur. Bu sırada Rotwang’ın esir tuttuğu gerçek Maria kaçarak Freder ile birlikte işçi çocuklarını bu büyük yıkımdan kurtarır. Çocukların Evlatlar Kulübü’ne alınacağının söylenmesi endüstrileşme yolunda durmadan ilerlemeye programlı Alman toplumunun panoramasını çizmesi açısından vurucu bir ayrıntıdır. Bu çocuklar, Almanya’yı kalkındıracak, geleceğin çocuklarıdır. Galeyana gelip şehirlerini yok eden işçiler; çocuklarının bu yıkımdan son anda kurtulduklarını öğrendiklerinde büyük bir öfke ile felaketlerin sorumlusu olarak görüp cadı ilan ettikleri insansı robot Maria’nın peşine düşerler ve onu bir kazığa bağlayıp diri diri yakmaya çalışırlar. Bu ritüel Ortaçağ Avrupa’sı yozlaşmış toplumuna eleştiri niteliği taşır. Bir yandan da çocukların kurtulmuş olması onları sevindirir ve yaptıklarından pişman olup Fredersen’den özür dilemeye giderler. İsyanı bildiği hâlde önüne geçmemiş olan Fredersen amacına ulaşmış ve işçilere mevcut sistemin varlığını sürdürememesinin her şeyden önce onların kendi felaketlerine yol açacağı mesajını vermeyi başarmıştır.
Dönemin, ekonomileri hızla büyüyen toplumları için ilham kaynağı olmuş olan film, 1927 Weimar Almanya’sında da büyük yankı uyandırmış; simgelenen güçlü ve birleştirici devlet figürü sermaye ve işçi sınıfları arasındaki uyumun sağlanması açısından oldukça desteklenmiştir. Böyle bir alt-üst yapı ilişkisi içerisinde şekillenen üretim faaliyetleri kendi sistematiği içerisinde başarıyla işleyecek ve ülkeler varlıklarını daha büyük zenginlikler elde ettikleri bir geleceğe başarıyla taşıyabileceklerdir.
Yaklaşık yüz yıl öncesinden geleceğin mükemmel bir tasvirini yaratmış olan Fritz Lang, aynı zamanda oluşturduğu kusursuz teknik ve yenilikçi anlayış ile Metropolis’in günümüz sineması bilim kurgu filmleri için ufuk açıcı bir rehber ve referans olmasını sağlamıştır.
Elif Düşova