İnsan, ilkel çağdan bu yana kendi türüyle uzlaşamayı beceremeyen bir memeli hayvan türüdür. Her canlı gibi temel ihtiyaçları, refleksleri ve içgüdüleri vardır fakat insanı diğer canlılardan ayıran pek çok özellik bulunur. Bunlardan belki de en önemlisi düşünebilme ve gördükleri ile yaşadıklarını anlamlandırarak sentezleyebilme becerisidir. İlkel canlılar olarak doğup medeniyetleşmemiz yüz binlerce yıl sürdü ve bu süre zarfında çok fazla şey deneyimledik. Yaşadıklarımızı tecrübe etmemiz yetmedi, bunları ileriki kuşaklara aktarmak istedik. Mağaralara resimler çizdik, yazıyı bulduk ve kayalara yazdık, kağıdı icat ettik ve kitaplar bastık. Haliyle daha çok düşündük, arzulamayı öğrendik. Çiftleşmenin tek başına yetersiz olduğunu anladık ve aşkı tanıdık. Şiirler yazdık, müzik yarattık ve aşkı anlamlandırmaya çalıştık. Oldukça ilkel olan bir canlı için aşkın ne olduğunu kavramak ne kadar karmaşıktıysa, neden farklı insanlara aşık olduğumuzu çözmek de bir kadar zordu. Ancak en sonunda bu konuya bir çözüm bulduk ve şöyle dedik: “Güzel”i bulmaya istek duyarız.
“Güzellik nedir?”, “ Ne güzeldir?” gibi sorulara hiçbir zaman kesin bir yanıt bulamadık, ancak cevapları aramaktan hiç vazgeçmedik. Zaman zaman Venüs’tü ulaştığımız sonuç, bazen Marilyn Monroe ve hatta Brad Pitt. Aslında birey olarak aramakla yetinmedik hiçbir zaman, ideale ulaşmaya çalıştık. Güzellik algısını yaratan özne olmak istedik. Bu sebeple hep daha iyi giyinmeye, daha kusursuz görünmeye çabaladık. Dünyamız globalleştikçe güzellik konseptini de evrenselleştirmek istedik, moda kavramını ortaya çıkardık. Giyimi ve şatafatı kalıplara soktuk ve sokmaya devam ediyoruz. Modayla birlikte güzelliği satmaya başladık, onu endüstrileştirdik ve başlı başına en önemli sektörlerden biri haline getirdik.
İlk gününden beri sert bir hiyerarşinin hüküm sürdüğü bu sektörün en önemli unsurları şüphesiz pazarlama ve reklamdır. Sunulan güzelliğe ulaşmak isteyen insanlara bu malları satmak için sektör ve alıcı arasındaki köprü her zaman modeller olmuştur. Büyük bir model havuzunun içinden sıyrılıp kendini sürekli kanıtlamak zorunda olan “güzellik işçileri”nin arasında süregelen ve asla bitmeyecek olan üstünlük mücadelesini anlatan The Neon Demon (2016), son dönem dünya sinemasında bu konuya eğilen en önemli anlatılardan biri olma özelliğini taşıyor.
Danimarkalı çılgın auteur Nicolas Winding Refn’in (NWR) yazıp yönettiği film, ABD ve Danimarka ortak yapımıdır. İlk filmi Pusher’dan (1996) bu yana özgün ve karakteristik üsluba sahip yapıtlar ortaya çıkarmayı başaran yönetmen, Drive (2011), Bronson (2008), Only God Forgives (2013) gibi suç kavramına farklı pencereden bakan anti kahraman filmlerinin de anlatıcısı konumunda. Refn, Drive ile 64. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülüne layık görülmüştü.
Filmin konusu kısaca şöyle: Küçük bir kentten Los Angeles’a model olma hayaliyle gelen Jesse, kısa sürede yetenek avcılarının dikkatini çeker ve gelecek vadeden bir yıldıza dönüşür. Ancak onun bu hızlı yükselişi, bazılarının hoşuna gitmeyecektir. Keanu Reeves, Karl Glusman, Jena Malone, Abbey Lee gibi isimleri kadrosunda barındıran filmin başrolündeyse Elle Fanning’i görüyoruz.
Taşradan göçmenin ve reşit olmamanın verdiği güvensizlik hissiyle başa çıkmaya çalışan Jesse, bu sebeplerden ötürü seyirciyle bütünleşir ve izleyenleri empati yapmaya zorlar. Ancak Jesse’nin çıtkırıldım kişiliği ve masum güzelliği bizleri rahatlatmaktan çok rahatsız etmektedir çünkü etrafındaki insanlar kendisinin antagonisti sayılabilecek biçimde konumlandırılmışlardır. Tanıştığı meslektaşlarının ona yaklaşımı, korkutucu düzeyde antipati ve yapaylığa sahiptir. Adım attığı yeni dünyada başına neler geleceğini kestiremediğimiz protogonistimize sektörün demirbaşlarının gösterdiği yoğun ilgi, olayları daha da çıkılmaz bir hale getirir çünkü yeni bir soruyla baş başa bırakılmışızdır: Güzelliğin ölçütü nedir?
Film bu soruya aslında pek çok perspektiften cevaplar bulmaya çalışsa da, kurcalanan ana bağlam modada güzelliktir. Bu bazda baktığımızda ortaya çıkan cevap biraz muğlak. Defilesinin kapanışını Jesse ile yapmaya karar veren modacıya göre güzellik, doğal bir cazibeye sahip olmaktır. Bu açıklamayı yaparken terazinin bir tarafına estetiği, diğer tarafına sadeliği koyuyor. Sadece doğallığın fark yarattığını, öteki türlüsünün imitasyondan ve modellikten öteye geçemeyeceğini düşünüyor. Ancak bu yorumları yalnız dış görünüşün yarattığı aurayı kaynak göstererek yapıyor. Karşıt önerme sunulduğunda, yani güzelliğin yalnız ten çekiciğilinden kaynaklanmadığı ve tinsel karakterin öneminin büyük olduğu söylendiğinde ise yaptığı savunma şu: “Tin hiçbir şey değildir. Kimseye iç güzelliği için dönüp bakmazsın. Dış güzellik tabi ki her şey değildir. Dış güzellik tek şeydir.” Filmde, bu soruya cevap getiren farklı bakış açıları da mevcut. Bunlardan birisi yaş argümanı. Sektör içinde kalmak için son yaşın 21 olduğu söyleniyor ve belli bir standartta kalmak için estetiğin şart olduğu belirtiliyor. Refn, bu tartışmada doğallığın tarafını tutuyor gibi dursa da hangi düşünceyi savunduğunun tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. Tüm filmografisini karakter bazlı anlatılarla oluşturmuş NWR’nin ışık tercihleri hiçbir zaman doğallığa yakın olmamıştır. Kırmızı ağırlıklı ledlerin ve “neon”ların hakim olduğu sahnelerin odağında sadeliğin olduğunu savunmak bence doğru değildir. Abartılı anlatımları ustaca kotaran ve filmlerinin çoğunda plastik dünyalara yelken açan bir yönetmenin Jesse’nin tarafını savunarak bu hikayeyi anlatması şüpheli gibi duruyor.
Yapıtta ilerledikçe Jesse’nin karakterinin değişimi ve ortaya çıkan alter egosu, filmin adının nereden gelmiş olabileceği hakkında bizlere fikir veriyor. Sektörün içine girdikçe, o dünyada barınabilmesi için kendi kişiliğinden ödün vermesi gerektiği anlayan Jesse, önemli bir dönüşüm geçirir. Kapanışı yaptığı defilede taşıdığı karanlık kostümü ve spot ışıklarında gördüğü toteme teslimiyeti ile birlikte adeta “Malefiz”e dönüşür. Benzer bir anlatıya sahip olan Black Swan’da (2010) da gördüğümüz alter ego soruşturması, The Neon Demon’da biraz daha geri planda kalsa da; sektörün gerçeklerini ve moda işçilerinin psikolojilerini anlamak ve anlatmak için kullanılması gerekli bir indikatördür. Film, bu soruşturmayı aşırıya kaçmadan irdeleyerek gerçekleştiriyor.
İdeal görünüme ulaşma konusunda filmde gösterilen alternatif çözüm yolu ise tüyler ürpertici. Jesse’nin podyumda parlamaya başlamasıyla birlikte ikinci plana atıldığını düşünen Sarah (Abbey Lee) ve Gigi (Sarah), intikamlarını kanibalizm yoluyla alırlar, hatta bunu bir ritüele dönüştürürler. Hırsın ve çekişmenin boyutunu abartılı biçimde yansıtan bir sahne olmasının yanında oldukça etkileyici ve özetleyicidir. Kişiler arasındaki zıtlaşmanın boyutunu ve havadaki gerginliği film boyunca sezmemize rağmen olayların bir cinayetle son bulacağını asla kestiremeyiz. Gigi ve Sarah’ın bu olaydan sonraki fotoğraf çekimlerinde birdenbire ışıldamaya başlamaları, yamyamlığı ritüelleştirerek bunu arkaik toplumdan Los Angeles’a taşır. The Neon Demon’daki insan hala gelişememiştir ve kişilerin alt bilinci(id) fevkalade doyumsuzdur, ihtirasları karşısında eskimiş çözüm yolları üretmeye devam etmektedir.
Nicolas Winding Refn’ın filmografisinin beyazperdedeki son halkası olan yapıt, Antik Yunan’dan beri süregelen ideal güzellik tartışmasına yaklaşımı ile yönetmenin en tartışmalı filmlerden biri konumunda bulunuyor. The Neon Demon seyirciye, şatafatlı moda galaksisinin karanlık yüzü hakkında ürkütücü bir hikaye anlatıyor.