İnsanın en büyük problemlerinden biri hayatta ne istediğini bilememek, diğeri ise ne istediğini bilip ona ulaşamamaktır. Her iki durumda da kişiyi zorlu ve sancılı bir süreç bekler. Ne istediğini bilmeyen biri, arayış içinde özgürce hareket ederken sınırlarını yitirme riskiyle karşı karşıya kalabilir. Öte yandan, ne istediğini bilen biri, hedefe ulaşma uğruna kendi değerlerinden ödün verecek hırsının esiri olabilir. Sonuçta her iki yol da insana bir şeyler kaybettirirken, aynı zamanda bazı kazanımlar da sunar. Bu açıdan bakıldığında yönetmenliğini Miguel Gomes’in yaptığı Grand Tour (2024), yalnızca dramatik bir aşk filmi olmaktan ziyade bireyin özgürlüğü, benliği ve varoluş gibi kavramları da film boyunca felsefi şekilde ele alıyor.
2024 Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen seçilen Miguel Gomes, bu filmi W. Somerset Maugham’ın The Gentleman in The Parlour: A Reacord of a Journey from Rangoon to Haipkong adlı seyahatnamesinden etkilenerek filme uyarlamıştır. Film, Gomes’in uyarlamasında oluşturduğu karakterlerden biri olan Edward’ın yedi yıldır görmediği ve evlenmekten vazgeçtiği nişanlısı Molly’den kaçması ile başlıyor. Edward, Molly’nin yanına geleceğini öğrendiği zaman işte nedeni tam da net olmayan o büyük yolculuk da başlıyor. Net olmamasının nedenlerinden biri Edward’ın kaçarken Molly’e nereye gideceğini haber vermesi olabilir. Çünkü bu durum izleyiciye, kaçmak isterken bulunmak da isteniyormuş gibi bir izlenim veriyor. Nitekim onunla evlenmek isteyen Molly de yorulmadan ve sorgulamadan onu takip ediyor. Bu bağlamda filmde Edward’ın kaçışı korkaklıktan ziyade bir anlam arama isteğinden doğuyor. Anlam arayışı ise bu kaçışı içsel bir yolculuk hâline getiriyor. Yani filmin temelinde Molly, Edward’ı kovalıyormuş gibi görünse de aslında Edward da bir arayış içerisine giriyor. Edward’ın evlenmek kaçmasının ve bunu ısrarla devam ettirmesinin asıl sebebini açıkça vermemesi ise izleyiciye geniş bir yorumlama alanı bırakıyor. Bu kısma bir eleştiri yapmak gerekir ise de filmdeki kaçışın evlenme konusu üzerinden başlamasına rağmen, olay örgüsünün romantizmden tamamen uzak olup felsefi derinlik taşıması izleyiciye bazı noktalarda eksiklik hissettirebiliyor. Çünkü kaçış ve arayış devam ederken bulunan hiçbir şeyin olmaması izleyiciyi merak ettirirken aynı zamanda akıllarda anlatının yarım kaldığı düşüncesini bırakıyor.
Film boyunca Edward’ın seyahat ettiği şehirlere âdeta izleyiciler olarak bizler de seyahat ediyoruz. Gomes’in filmdeki seyahat sahnelerini yüzeysel olarak geçmeden, izleyiciyi o kültüre tanıklık ettirerek sunması filme büyük bir kültürel çeşitlilik ve zenginlik katıyor. Bunu, karakterleri o kültürlerle karşı karşıya getirerek, karakterler üzerinden aktarması da oldukça zeki bir anlatım dili sunuyor. Gomes, Edward’ın gittiği şehirlerdeki içsel boşluk ve arayış hâlini başarıyla yansıtarak, bu seyahatleri sadece kültürel bir keşif değil, insanın varoluşa ve yaşama bakışını sorgulatan bir deneyim hâline getiriyor.
Grand Tour’da Edward ve Molly, iki bölüm üzerinden işleniyor. Başlangıçta Edward’ın yolculuğu izlenirken ikinci kısımda da Molly’nin yolculuğuna tanıklık ediliyor. Birbirinden farklı iki bölüm ve birbirinden farklı duygular anlatının şiirselliğini kuvvetlendirirken, aradaki duygusal bağı ise zayıf kılıyor. Edward’ın kaçmaya, Molly’nin de istikrarla onu aramaya devam etmesi izleyiciyi bir beklentiye sokuyor ama ne yazık ki filmde bu beklenti karşılanamıyor. Çünkü iki karakterin de yolculukları boyunca hiçbir şekilde bir araya gelmemeleri ve aralarında herhangi bir diyalog geçmemesi, izleyiciyi aşka dair bir duygu bulmakta zorlandırıyor. Bu noktada ise karakterlerin duygusundan çok estetik ön plana çıkıyor. Fakat film bu ayrımda bile sunduğu düşünce tarzı bakımından bütünlüğü yakalamayı başarıyor.
Edward’ın yolculuğu ile Molly’nin yolculuğunu karşılaştırdığımızda aradaki en temel farkın kararlılık olduğunu görebiliriz. Edward’ın kararsızlığının başlattığı yolculuk, Molly için ise kararlılığı yüzünden başlıyor. Bu yolculukta Edward kendini bulma amacı taşırken, Molly Edward’ı bulma arayışı içine giriyor. Molly yine Edward’ı bulmak için gittiği bir şehirde yemek yediği sahnede oradakilere neden orada bulunduğunu açıklarken ilk defa içinde bulunduğu durumun “onursuzluk” olduğu gerçeği yüzüne vuruluyor. Molly’nin bu duruma verdiği tepki ise oldukça ikonik ve trajik bir gülümseme şeklinde oluyor. Dudaklarını bastırarak çıkardığı o alaycı ses ile acısını içine bastırmaya çalışan Molly, bu düşünceyle yüzleşmekten kaçınıyor. Bu sahneden de yola çıkarak Molly’nin yolculuğunun aslında bir yüzleşme olduğunu fark ediyoruz. Bu yüzleşme hem içsel olarak hem de hayata dair aşk gibi kavramların sorgulanması üzerinden okunabilir. Nitekim Molly çıktığı bu yolculukta kendisine âşık olan adamı reddetse bile, ona olan ilgisi ve sevgisi üzerinden aşkın farklı bir versiyonuna tanıklık ediyor. Burada bir kaçış değil, aksine beraber olabilmek için kalmak isteyen bir adam var. Film bu noktada Edward açısından görünmez olan Molly’yi, çıktığı yolda başkası tarafından görünür hâle getiriyor. Fakat burada da bir aşk göremiyoruz. Molly’nin yine Edward’ın peşinden gitmesi ile devam eden filmde hiçbir kavuşma sahnesi yaşanmıyor. Zaten yedi yıldır görüşmediği nişanlısının peşinden gitmek için Molly’yi neyin motive ettiğini anlamak da mümkün olmuyor. Yapım, bu noktada diyalog eksikliğinden de kaynaklı olarak izleyiciyi duygunun içine almakta pek başarılı olamıyor. Fakat bu sayede de filmde her şeyden önce düşünsel tarz ön plana çıkıyor. Her sahnede sorgulayacak ve üzerine düşünecek bir şey bulmak kaçınılmaz oluyor.
Sayombhu Mukdeeprom’un görüntü yönetmenliği ile çekilen siyah-beyaz film, bazı sahnelerinde dış seste duyulan farklı anlatıcılar ile beraber bakıldığında bir nevi belgesel tadında ilerliyor. Bu teknik ise eseri daha akıcı ve keyifli kılıyor. Filmin geneli siyah-beyaz renkte ilerlerken aralara bazı renkli sahneler ekleyerek ve bu sahneleri birleştirerek eski sinema dönemini ve günümüz modern sinemayı başarılı bir şekilde bir arada kullanan Gomes, oldukça etkileyici bir görsel geçiş sunuyor. Ayrıca filmin siyah-beyaz olarak çekilmesi, filmdeki sahnelere bakış açısını da etkileyerek filmi daha şiirsel bir hâle getiriyor. Kendine özgü bir yaratıcılığa sahip olan Gomes’in bu iki dönemi beraber işlemesi özgün bir çalışma olarak görülürken bir yandan da izleyicinin aklını karıştırıyor. Örnek olarak 1917 tarihinde geçen bu filmin bir sahnesinde ormanda bir cep telefonu görülmesi zaman ve mekân olarak kafa karışıklığı yaratıyor. Bu yönü ile film, izleyicinin zaman algısını sorgulamasına neden oluyor. Filmin genel havası da teatral bir şekilde ilerliyor. Bu nedenle izleyici zamanda yaşadığı algı problemini gerçeklik ve kurgu konusunda da yaşamaya devam ediyor. Gomes, özellikle filmin sonunda stüdyo ışıklarını, kameraları ve film ekibini de filmin içinde göstererek izleyiciyi filmin her yönüne tanıklık ettiriyor. Bu bağlamda izleyici yalnızca hikâyeye değil, hikâyenin nasıl anlatıldığına, nasıl çekildiğine de dahil ediliyor.
Grand Tour, anlatım ve görsel dili açısından oldukça kaliteli bir deneyim sunan ve aynı zamanda sessizliğindeki derinlik ile de izleyicilerin kalbinde ve zihninde güçlü bir yer edinen yapımdır. Miguel Gomes, son olarak filmi sevgilisi Maureen’e adayarak en az Molly’nin aşkı kadar romantik bir aşka sahip olduğunu da izleyiciye göstermekten kaçınmıyor.