36. İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek Damat Koğuşu filminin yönetmeni İlker Savaşkurt ile yeni filmi, hak, hukuk, adalet ve sineması üzerine söyleştik. Hiçbir şeyin iyiye gitmediği Damat Koğuşu, 13 Nisan Perşembe günü 19.00 seansında Beyoğlu Sineması’nda izleyiciyle buluşacak. Filmi izlemeden önce sizi söyleşimizi okumaya davet edelim. Buyrunuz.
Nurbanu Gürsoy: Bu sabah arkadaşımla birlikte sizinle röportaja gelirken yolda iki adamın kendi aralarında konuşmalarına şahit olduk, diyalogları aynen şu şekildeydi; “Abi n’olcak, hiçbir şey olmazsa damat koğuşuna atar gösterirler cezalarını…” Tam görüşme üzeri böyle bir diyaloga şahit olmak biraz şaşırttı. Bizim eksikliğimizdendir belki ama ben sizden önce damat koğuşu hakkında hiç bilgim olmadığını fark ettim. Filme dönersek, nasıl ortaya çıktı Damat Koğuşu?
Damat Koğuşu hep vardı işte. Ben çocukken de, lisedeyken de hep anlatıyorlardı.
Diğdem Kabakcı: Ama nasıl anlatıyorlardı?
Damat Koğuşu’nun Türkiye’deki insanların kafasındaki hâli lunapark gibi bir şey. Herkes tecavüzcü, herkes birbirini cezalandırıyor. Enteresan, fıkra gibi bir şey yani.
Ezgi Ulukoca: Hepsi tecavüzcü ve birbirlerini cezalandırıyorlar yani öyle mi?
Aslında realitede hepsi tecavüzcü değil. Yani namus cinayetinden içeri giren de damat koğuşuna atılıyor mesela.
E.U: O zaman başka suçlardan gelenler de tecavüzcüleri cezalandırıyor biraz da.
Aynen ama dışardakiler bunu bilmiyor mesela. Ben bir sürü gardiyan emeklisiyle de görüştüm, yani neler anlatıyorlar aslında. Sadece tecavüz suçluları yok yani içeride.
D.K: Üstünlük neye göre? Kime tecavüz ettiğinle mi alakalı?
Evet mesela çocuk tecavüzcüsü koğuştaki en büyük suçlu oluyor. Zaten en sapıkça olan da bu. Yani adam da aynı suçtan içerde ama yeni gelen tecavüzcüye sen daha büyük suçlusun diyor. Yani ben biraz da onu çizmeye çalıştım. Neye göre bu böyle? Bu neyin güç dengesi ki? Bu güç dengesini neye göre kuruyorsun? Kim karar veriyor? Kime göre daha ahlaklı kime göre daha ahlaksız yani?Hapiste eli sopalı olanın borusu ötüyor ya biraz da. Okul gibi aslında; top benim, kuralları ben koyacağım der gibi. Çocukken öyleydi ya hani; penaltı olur, çocuk penaltı olmasına izin vermez, top benim der ve o diğer on tane insan da onunla oynamak için onun tarafına geçerler bir anda, senin arkanda durmazlar. Ama arkanda dursalar da aynı şey olur, çünkü bu sefer o tek başına kalacaktır. O yüzden ben özellikle, Yılmaz Güney’in Duvar (1983) filmini yaptığım belgeselden de biraz etkilenmiştim bu konuda. Hapishaneler, topluma okula sosyal hayata çok benziyor, onların mikro hâli gibi; daha da daraltılmış ama aynısı. Hatta Yılmaz Güney şunu diyordu: “Laboratuvar buralar.”
N.G: E peki cezaevi müdürleri ve gardiyanlar da sesini çıkarmayan taraf oluyorlar burada öyle mi?
Tabii ki. Hatta gardiyanlar burada yeteri kadar parayla her şeyi yapabilirsin diyorlardı, her şeyi. Yılmaz Güney mesela, 70’lerde 80’lerde eşiyle müdürün evinde görüşüyordu. Halbuki hapishanedeydi o ara. Müdürün evinde düşün yani, baya baya dışarı çıkıyor. Mesela Yılmaz Güney’in hapishaneden kaçışı kaçma değil ki, yürüyüp gitme yani.
E.U: Fragmandan anladığım kadarıyla Barış Atay cinayet suçlusun burada işi ne denilen kişi, değil mi? Diğer suçluları cezalandırmak için mi giriyor oraya?
Barış Atay’ın şöyle bir duruşu var orada, hapishanede de müdürler gerçekten okul müdürü gibi davranıyor. Atıyorum bir tane koğuş var, Barış Atay’ın oynadığı Hüseyin İçli’yse bir tane adamı şişlemiş, mesela ben onu oradan alayım sonra onu şu koğuşa koyayım da onlara ağabeylik etsin diyor. Düzeni sağlasın orada. Böyle bir köprü kuruyor arasında. O da o karakterin maşası oluyor, orada bazı haklar rahatlıklar elde ediyor suçlu olarak, müdür de iş yaptırıyor. E zaten ticaret de var içeride sürekli.
N.G: Filmin senaristi Mehmet Kala, peki hikâyenin çıkış noktası, tam olarak size geliş süreci nasıl oldu?
Biz 2009’da Kazımcan Alparslan’la, ikinci yönetmenle, bir filmde çalışıyorduk; ben oyuncuydum o da rejiydi. O sırada birisi de bizimle görüşmek istemişti, çocuk anlattığı hikâyeye göre otuz beş gün falan damat koğuşunda kalmış. Biz böyle kameraya çektik, ses kaydı aldık, treatman yazdık bunun üzerine ama bana biraz abartıyor gibi geldi. O yüzden olmadı yani.
Ama damat koğuşunun konsepti kafamda kaldı sonrasında da. Çocuğun anlattığı hikâye değil ama, enteresan bir hapishane hikâyesi damat koğuşunda olmak. Sonra Mehmet’le çalışmaya başlayınca yıllar sonra, al dedim bu hikâyeyi ne yaparsan yap ama dengeler bunlar, şuralara da değinmek şöyle bir ark çizmek lazım. Mesela bir karakter takip etmeyelim dedim. Kimseyle empati, sempati kurmayalım. Herkese ufak ufak belgesel gibi bakalım. Hepsini biraz biraz merak edelim ama kimseye acımayalım, kimseyi sevmeyelim istedim. Hatta bir tane festival PR’cısı bana “Senin filminle belgesel arasında bir fark var mı?” demişti. Yok dedim yani belgesel niteliğinde biraz da. Ana hatlarıyla bir hikâye işlenmiyor, herkesin hikâyeleri var işin içinde.
E.U: Peki o kadar hikâyeyi nasıl topladınız?
Birçoğunu Mehmet yazdı. Birkaç tanesini kendi hayatlarımızdan gördüğümüz yorumladığımız insanlar üzerinden yazdık. Mesela sürekli sallanan bir karakter var, biz Kadıköy’de yaşarken bir sucumuz vardı komple onu çizmeye çalıştık filmde de.
N.G: Bence zaten işin içine gerçek hayattan gelen figürler girince daha inandırıcı oluyor. Ben mesela sadece fragmanları izlediğimde bile anlamıştım bütün karakterlere tek tek yoğunlaşıldığını.
Mehmet aslında tiyatro yazarı. Biz de tiyatroyla çok haşır neşirdik. Orada da oynuyordum aynı zamanda. Sonra biz Emek Sahnesi’ni açmıştık Kadıköy’de. Güzel hikâye için güzel karakter olması ve karakterlerin çok zengin olması lazım. Ben filmi ilk bağladığımda 3 saatti. Hepsinin ayrı ayrı, yüzlerce hikâyesi vardı.
E.U: Kurgusunu da siz yaptınız filmin değil mi?
Evet Mehmet’le yaptık. O da yanımdaydı yani o arada. O yazmıştı, kurguya da geldi. Ben seviyorum yazarla çalışmayı.
N.G: Senarist hikâyenin çok içinde olduğu için daha fazla katkısı oluyor filme de tabi
Evet öyle. Çünkü teknik insanlarla, standart bir editörle işin içine girdiğinde tamamen duyguyu kaçırıyorlar. Bence duygunun kaçmaması lazım. Filmin içinde bir sahne var, onu yazardan ya da yönetmenden daha iyi birisi bilemez diye düşünüyorum. Genel standartlarda şey var, yazar sete gelmez gibi. Ama bence gelir, ben görüntü yönetmeniyle yan yana çekiyordum. Ekranda Mehmet oturuyordu, o dinliyordu diyalogları. Arada geliyordu kulağıma fısıldıyordu, doğru diyorsun diyordum, tansiyonu birazcık değiştirelim.
N.G: Ama genelde herkes böyle düşünmüyor sanıyorum. Bazı yönetmenler de diyor ki mesela; yazar ya da editör benim setime gelemez. Biraz işlerine karışılmasından korkuyorlar sanırım.
Aslında böyle bir duyguyu da anlıyorum. Öyle bir yerden birisi işe karışır ki, ben de uyuz olurum sen de uyuz olursun. Çünkü o fikre ve o insana saygı göstermiyorsundur. Şimdi hikâyeyi yaratan adam olursa ki o hikâyeyi yaratan kişi zaten, çekmiş kafasında bir kere. Düşünmüş düşünmüş, bütün sahneleri yazmış kafasında yani o adamı dinlemek zorundasın bence, her ne kadar sevmesen de. Bakalım o ne diyor, onun kafasında nasıl bir lunapark var. Sen bir şeyi kuruyorsun kameranın önüne, ama acaba o ne tasarladı ki aklında? Mehmet benim en yakın arkadaşım bu arada, mesela çok enteresandı ama o hiç şaşırmıyordu, bir iki yer dışında “Her şeyi düşündüğüm gibi yaptın,” diyordu. Hatta o tuvalet sahneleri yazıyordu ben ona tuvalet örnekleri için fotoğraf çekiyordum ya da yaptığı araştırmayı o gönderiyordu. Bakıyorduk, ikisi de aynı. İki film daha çekmek istiyorum şimdi, ikisinde de Mehmet’le çalışmak istiyorum.
E.U: O iki filmin de konusu belli mi şimdiden?
Her şeyi belli evet. Son film de belli. Birbirine paralel bir hikâye örgüsü var bizde. Dedemin kitabının filmini çekmek istiyorum ben son film olarak. O film de dönem filmi hatta bütçeli ve büyük yapımlı olacak gibi. Ben bunları hep ona deneyim olsun diye tasarlamıştım. Isınayım, iş yapayım, şanslarımı arttırayım vesaire gibi. O da hapishane filmi, Yılmaz Güney’le çok alakası var. Hatta hikâyesini dedeme o yazmıştı. Şimdi çekeceğim de Sürgün Türküleri’nde (2015) sürgündeki insanlardan ilham alınan bir hikâye. Belgeselde çektiğim karakterler o filmin içinde bir yerlerde olacak. Müzisyenimiz aynı, besteci aynı o yüzden bazı notalar, bazı yürüyüşler, bazı kadrajlar birbirine çok benziyor.
N.G: Hep aynı kişilerle çalışmanın avantajı da çok olur sanıyorum. Birbirinizi tanıyorsunuz, tarzınızı biliyorsunuz.
Evet çok önemli ya. Sette de aynı şeyi yaşadık, set asistanından görüntü yönetmenine kadar herkesten en başta şunu istedim; endüstri sektörüne iş yapmıyoruz şu anda herkes sakin olsun, kimse birbirine bağırmasın, herkes birbirini sevsin, öpsün, sarılsın istedim. Ve insanları da öyle seçmeye çalıştık. On dört gün boyunca biz böyle öğrenci filminin bir tık üstü formatındaydık. Çünkü profesyonel kalemler var, biraz daha fazla para var. Ama herkes yine saygı sevgi çerçevesindeydi. Görüntü yönetmeni de hiç ego yapmadan ışık kurdu, ben lamba değiştirdim. Yapılabiliyorsa sinema çok kolektif bir yer. Ama sırf kolektif yapacağız diye de onun numarasını çekmek çok kötü bir şey ki olmuyor da zaten. Öylesine de çok denk geldiğim için söylüyorum. Yani maalesef insanların içinde o ego hep var. Özellikle sanat camiasında, kendini kurtarmış olanlardan bahsetmiyorum ama, 08.00-17.00 garantili işçiler olmadıkları için hep bir şeyleri hak ettiklerini düşünüyorlar çünkü her şeyden özveride bulunuyorlar. Belli bir yerde günümüz sistemine karşı zor bir yol seçiyorlar diyebilirim.
N.G: Biraz sizi de tanısak aslında, sinema mezunusunuz diye biliyorum?
Sinema mezunuyum. Ama okulu bitirmenin bir işe yaramayacağını düşünüyordum. O süreçte müzisyenlik de yapıyordum. 2003-2009 yılları arasında aktif bir şekilde müzisyenlik yaptım. En son Florida’ya yerleştim orada basçı olarak devam ettim. Orada bir yıl kaldım sonra müziği bırakıp Teksas’a yerleştim. Çalıştım, gezdim biraz kafa dağıttım açıkçası. Daha sonra Türkiye’ye geri döndüm. O gelişimde tekrar sinema sektörüne girdim ve oyuncu olmaya karar verdim. Zaten tiyatro deneyimim çoktu, yönetmenler de beni sağda solda ufak rollerde oynatırlardı. Biraz da bu tarafı deneyeyim dedim. Çünkü Türkiye’de sinema ve dizi sektörü birazcık network meselesi. Üç dört yıl ufak ufak oyunculuk yaptım ve sonra yeterli bağımsızlığı elde edince kendi alanımda, kendi projelerime yöneldim. O dönemden beri Mehmet ve yapımcım Abbas’la beraber çalışıyorum. Abbas’la da Sulukule’de gönüllü olduğum sırada tanışmıştık, o da Sulukule’ye fundraising yapıyordu o zamanlar. Oranın iki tane atölyesinin kirasını ve masraflarını karşılıyordu. Sonra ben bir belgesel yaptım sahnede isyan diye, Tahribatı İsyan daha yeni yeni oluşuyordu o ara. 2013’te bienalde yer almıştı o da. Benim tek yapımcım Abbas. Ben lojistik ve teknik işleri hallediyorum ama sürekli ortağız bütün işlerde.
E.U: Peki bu proje kendi projelerinize dönmeye karar verdiğinizde mi oluştu?
Hayır aslında. On yedi yaşımdan beri vardı aklımda. Ben müziği de belli bir sebepten dolayı yapıyordum. Çok insani bir ihtiyaçtı yani şarkı söylemek, söz yazmak, insanlarla iletişim kurmak bir nevi duvara yazı yazmak gibiydi. Sonra da sevdiğim müzikle yaptığım müziğin sınırlı olduğunu fark ettim. Sevmediğim müziği yapıp peşine düşsem mutlu olmayacağımı düşündüm. Artık o zaman karar verdim benim başka bir araca ihtiyacım var. Babam da çocukluğundan beri yanında kamera taşırdı, büyük büyük kasetlerle. Ben de çok meraklıydım. O zaman dedim benim bunları bir videoyla anlatmam lazım. Zaten müzik videosu yapmayı da, kesmeyi de çok seviyordum. Şu an bile işim gücüm müzik videosu olabilir yani. Ne iş yapmak istersin desen , müzik videosu yapmak ya da onun içinde çalışmak isterim derim.
N.G: Babanız da mı yönetmendi peki?
Yok o mimar. Ama eskiden beri kameraya çok meraklıydı. Belgelemeye ve arşivlemeye çok meraklıydı daha doğrusu. Çok arşivcidir, bütün yılların kasetleri vardır elinde. Ama çok baba fikirleriyle yapmıştır onları da; tatiller, seyahatler, özel günler vesaire. J Bir de bana dokundurmazdı, hiç izin vermezdi. O yüzden olacak bende bir duygu oluştu, benim de kameram olacak falan diye. Sonra ben de hep kamera almak için uğraştım sürekli. Aldım da birkaç tane kamera. Normalde işim gereği hiç ihtiyacım yok kameraya, genelde kiralanıyor ama benim köşede var yani öyle.
N.G: Yönetmen olarak her şeyden biraz biraz deneyimlemiş olmanız size üreticilik anlamında çok şey katmış, sizi çok beslemiş olmalı.
Katılıyorum. Bu işin bir eğitimi varsa bu da bu galiba. Fazla kollu olmak, her yere adım atmak, orada biraz nefes almak, onu biraz çözümlemek galiba. İnsan ilişkisinden ülkelere, ülkelerden kültürlere, eğitim seviyelerine, yaş gruplarına, müzikten, tiyatroya derken hepsinden biraz bilmekle çok alakası var diye düşünüyorum.
N.G: Filmde çok kapalı da olsa bir tecavüz sahnesi var. Zor olmadı mı bu tarz bir sahne çekmek? Psikolojik desteğe ihtiyaç duyuldu mu ya da hiç?
Zordu tabii ki. Ama destek alınmadı, ben kendim verdim psikolojik desteği J. Kostüm ve makyaj provası adı altında bir tiyatro kiraladım ve oyuncuları oraya götürdüm. Sadece kostüm ve makyaj değil, okuma provaları da almaya başladım orada. Yere de koğuşu çizdim, ranzaların yerleri de belli çünkü ben koğuşu görmüştüm. Her şeyi belliydi, boyutlar da aynıydı. Provada da söylüyordum herkesin yerlerinin neresi olduğunu. Bu provaların ardından da hemen sete girdik ve koğuş sahneleriyle başladık. Herkes oraya gittiğinde, provadaki gibi buldu dizaynı ve çok çabuk alıştılar. Genelde, gündüzleri rahat sahneleri çekip hava düştüğü zaman sert sahnelere başlıyorduk. O yüzden hiçbir gün mutlu bitmiyordu.
N.G: Genel olarak herkesin içinde dokunan bir konunun ardı işleniyor filmde ve yapıca çok sert, filmi izleyenleri çıktıkların ne bekliyor sizce?
Şunu söyleyebilirim sanırım; hiç umut yok ve hiçbir şey iyiye gitmiyor.
Nurbanu Gürsoy- Diğdem Kabakcı-Ezgi Ulukoca