Hayatınızın herhangi bir döneminde terk edildiğinizde, geri kalan bütün ömrünüzde de yine terk edilecekmiş korkusuyla yaşarsınız. Her şey sizin için yarım kalacak gibi olur. Bu korkudan kendini kurtarabilmiş istisna kişiler elbette vardır, ama durum genel itibariyle ele alındığında bu yaşanmışlığın ömür boyu hayatınıza sirayet etmesiyle sonuçlanır. Terk edildiğiniz kişi anneniz, babanız ya da sevgiliniz olduğunda işin boyutu daha da ciddiye biner ve önünü alamayacağınız bir takıntı ve sapkınlık dolu ilişkilerde bulabilirsiniz kendinizi. Dışardan ne kadar sağlıklı göründüğünüze dair şüphe yoktur, ama ya içiniz?
Cate Shortland’ın Somersault (2004) ve Lore’dan (2012) sonra üçüncü uzun metraj filmi Berlin Syndrome (2017); Avustralyalı fotoğrafçı Clare’in (Theresa Palmer) Yeşilçam filmlerinden aşina olduğumuz ünlü kitap düşürme sahnelerinden hallice bir kitap düşürme vakasıyla tanıştığı Andrey (Max Riemelt) ile geçirdiği bir gecenin ertesi sabahı evden çıkamaması çevresinde gelişiyor.
Clare bir mimarlık şirketinden aldığı fotoğraf işi sonucu soluğu Berlin’de alıyor. Doğu Almanya’nın mimarisinden etkilendiğini bildiğimiz Clare, şehrin en karışık ve kalabalık muhitlerinden biri olan Kreuzberg’de aldığı soluğu, Berlin’in terk edilmiş bir binasında veriyor ama içeriye hapsedildiği evde bu pek mümkün olmuyor. Bir spor okulunda İngilizce öğretmenliği yapan Andrey dışardan bakıldığında yakışıklı ve karşı koyulamayacak bir erkek pozisyonunda lanse ediliyor, yolda gözüne kestirdiği Clare ile bir şekilde kendini denk düşürüyor ve avını ağına kolayca takıyor. Çünkü Clare şehirde yalnız ve kaldığı hostelde daha ilk gece bir grup yanında geceyi geçirmesinden anlıyoruz ki yanında birilerini istiyor. Andrey, kesinlikle sapık bir karakter değil ama korkunç derecede takıntılı. Küçük yaşta annesi tarafından terk edildiği için olacak ki, ciddi derece terk edilme endişesiyle yaşıyor. Bunun sonucunda da evinde bir gece geçirdiği kadınları yanında hapsedip onlarla zorla sevgili hayatı yaşıyor ve her şey normalmiş gibi davranıyor. Clare için evden kaçmanın mümkün olmadığı ve umudunu günden güne yitirdiği noktada Andrey’in evine okulda bakıştığı öğrencisi Franka geliyor, her ne kadar o gelişin amacı cinsel içerikli olsa da ve Franka istediğini bulamasa da bir noktada filmin en önemli karakteri oluyor.
Berlin Syndrome, senaryo olarak bakıldığında boşlukları ve güçsüz yanları olmayan bir film. En başından itibaren gerek ses kurgusu, gerek yer yer kullandığı slow motion efektleri ile gerilimi hiç düşürmüyor. Çoğu sahne tek mekanda geçiyor ve oradan kurtulmanın yollarını biz de Clare ile beraber arıyoruz. Berlin’in soğuk ve karanlık havasından güç alan film, teknik ve görsel açıdan yeni bir şey söylemese de Clare’in evine dönüş isteğine, Andrey’in psikolojik sorunlarına tanık olmak adına şansı hak ediyor.